9 Aralık 2010 Perşembe

Малка Мома / Küçük Kız

Bulgar halk müziğini güzel yapan sadece özgün melodi ve ritimleri değil, kendi kimliğini belli eden çoksesliliği. Birkaçı dışında sözlerini bilmediğim bu müzikler ekseriya içli ve de kırılgan. Ama alabildiğine anaç, alabildiğine çam ormanı kokulu oluyor güzel gözlü, güzel yüzlü Bulgar kadınlarının trilli seslerinde, alabildiğine huzur dolu... 

Halil, 9 Aralık 2010

2 Ekim 2010 Cumartesi

Montmartre Mezarlığı

taştan bir köpek heykeli
mezarı başında bekliyordu sahibini
kırmızı gül yaprakları serpilmiş etrafına
yaklaştım birkaç adım
olmadı 
ne Offenbach'a geldi sıra
ne de duydum Berlioz'un koparışını
ağır ağır yürüttüğü
bir idam mahkumunun başını
uzaktan selamladım
Nadia Boulanger'yi - yabancı değil -
gümüş renkliydi gök, soğuktu hava
çalıyordu Kosma'nın Kayıp Aşklar'ı
kaçırdım gözlerimi bir başka yana

Halil Tekiner
Paris, 2 Ekim 2010

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Sevdiklerim için Bir Doğum Günü Dileği

"Doğum günün kutlu olsun, nice mutlu yıllara, her şey gönlünce olsun," demek dostlarımızın doğum günlerinde bile işin kolayına kaçışımızı, yeni şeyler düşünmek, yeni sözler söylemekteki çaresizliğimizi ne de güzel kanıtlıyor. Kendimizce nazik bulduğumuz bu birkaç saniyelik "madem arkadaşız, bak seni düşündüm, işte doğum gününü kutluyorum," yollu sözler hangimize yabancı? Yeryüzünde zaten yeterince sıkıcı bir insan güruhu olduğumuz yetmiyormuş gibi, sözlerimizle de koca bir laf kalabalığı üretmekten geri durmuyor, eşref-i mahlûkattan olduğumuz hülyasıyla böbürlenip duruyoruz. Ne büyük iş…

İyi bir dilek nasıl olur, hep düşünmüşümdür. Vardığım kanı bunun az çok dua mahiyetinde olacağı. Hem dua da yaratana hitaben söylenmiş bir dilek değil mi? Kendi bilgilerimiz, tecrübemiz ve iyi-kötü algılarımıza göre kendi kelime dağarcığımızla oluşturduğumuz dilekler… Dilimiz ne denli dönebiliyor, istediklerimiz ne ölçüde dile gelebiliyorsa o kadar işte! Yine de içten...

Bana öyle geliyor ki duada bile bir nitelik, üslûp, bir olumlayıcılık, bir yüreklendiricilik, bir ufuk açıcılık olmalı. “Bindiğin uçak düşmesin, düşerse sağ-salim kurtulasın, kötülere eş olup anandan emdiğin süt burnundan fitil fitil gelmesin, hasta olup sürüm sürüm sürünmeyesin,” demek de mümkün; “sağ-salim gidip gelesin, iyilere eş olup mutlu bir yuva kurasın, sağlıklı bir yaşam süresin,” de. Her ikisi de iyilik temenni etmiyor mu? Eh… Akla gelmeyen ama başa gelebilecek türlü olumsuzlukları hatırlattıktan sonra bu olumsuzluklardan kurtulmayı dilemek, ya da ağızlara sakız olmuş kalıpları “nev-icâd”mış gibi tekrar etmek ne ölçüde iyilikse o kadar...

Başkaları için dilediklerimiz de az-çok böyle. Kişioğlunun elinde olmayan iyilikler:

Sağlık ve mutluluk seni bulsun; sen onları değil…

Hayır! Dostlarımın sağlığının ve mutluluğunun bulutların ardından ansızın görünüveren v şeklindeki tesadüf kuşlarına bağlı olmasına razı olmuyor gönlüm… Kandırırcasına, edilgin bir bekleyişe itmek istemiyorum onları kuru sözlerimle. Birkaç saniyeye sıkıştırmayacak kadar önemsiyorum eğer benden ille de bir doğum günü dileği bekliyorlarsa. Razıysalar üstelik sözlerimin “bencilce” olmayan “bence”sini duymaya. Benim kendim için dileğim, onlar için de geçerliyse madem, kendime söylediklerime onlar da kulak verecektir mutlaka.

İşte benim dileğim:

Çalışayım; var gücümle, yorgunluktan bitap düşünceye kadar çalışayım. Yaptığım işin en iyisini, en doğrusunu yapmak için didineyim, gecemi gündüzüme katayım hakikati bulmak için. Deli de deseler, veli de, azimle, ısrarla ve aşkla çalışayım. Ve çalışıp ürettikçe anlamlandırdığımı hayatımı, üstelik bunu da benim yaptığımı bileyim. Bildikçe, ne çok şeyi bilmediğimi, bildiklerimin okyanusta bir damla dahi olmadığını anlayayım. Ve anladıkça seveyim, önce kendimi ve kendim olmayı, sonra denizi, yeri, göğü, onların içinde ve üstündeki her şeyi. Beni sevdikleri ya da işime yaradıkları için değil, ben olmasam da sevilmeye değer oldukları için seveyim. Ve sevdikçe, bilgece kanaat edeyim sahip olduklarımla. Kıymetini bileyim zamanın ve de canımın. Böylece hür olayım ve hür düşüneyim. Ve kendi kaderimi kendim çizebileyim.Ve…

Çalışayım!

Halil Tekiner
Kayseri, 2 Ağustos 2010

8 Haziran 2010 Salı

Adile Teyze'nin Kuzucukları

Ne zaman adını duysam ya da bir yerlerde eski bir fotoğrafını görsem huzurla, sevgiyle, sevinçle dolar içim… Gülüşüyle kahkahalara, hüznüyle gözyaşlarına boğulurum eski filmlerini izlerken. Özlerim. 

Üstten topuz yaptığı kızıl-kahverengi saçlarıyla daha da yuvarlak görünen yüzü, fırıl fırıl dönen gözleri, kalemle çizilmiş gibi incecik kaşları ve biraz büyükçe burnuyla bu kısa boylu, şişman teyze dönemin tek kanalı olan TRT’de “Uykudan Önce” programında anlattığı masallarla bizleri adeta büyülerdi. İçten bir heyecan ve sıcacık bir ses tonuyla bizlere “kuzucuklarım, canlarım beniiim” deyip “yanaklarımızdan öpen” bu dünya tatlısı teyze nasıl sevilmez? Hele tavukları çok seven kadın rolünde – sanırım Gulyabani filmindeydi – tavuk gıdaklamasına benzeyen “Elmasım gittiiiii, gitti, gitti, gitti, gittiiiii; üüüüü, üü, üü, üü, üüüüü” deyişi hiç kulağımdan gitmiyor.

Adile Teyze’nin öldüğü günü hayal meyal hatırlıyorum. Aklımda kalan sadece bir an: Anneannemin Yaprak Apartmanı’ndaki evindeyiz. Annemler mutfakta bense rahmetli Halil Dedemin duvardaki siyah beyaz fotoğrafından beni seyrettiği loş ışıklı misafir odasında tek başıma kahverengi kadife kaplı koltukların arasında volta atıyor ve Adile Teyze’ye ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Üzüntüden ziyade tuhaf bir şaşkınlık hissettiğim. O zaman bana çok garip gelmişti ölüm. Hoş, şimdi de garip geliyor ama artık tanıdık bir gariplik. Araştırdım: Öldüğü günün tarihi 11 Aralık 1987. Demek ki dört yaşındaymışım.

Büyüdükçe daha çok şey öğrendim onun hakkında. Babası meşhur tiyatrocu, “komik-i şehr” yani ünlü komik Naşid’i küçük yaşta kaybettiği ve ardından çok büyük maddi sıkıntılar çektiğini; gençliğinde çarpık bacaklı ve kısa boylu diye aşağılanarak sahneye çıkartılmadığını; biricik oğlu Ahmet’i kalp yetmezliğinden kaybettiğini ancak buna rağmen ertesi gün sahneye çıktığını; film ve televizyon programlarından kazandığı parayla biraz olsun rahatladığı, tanınıp sevildiği son döneminde ise kanserle savaştığını öğrendim. Ona olan sevgim daha da çoğaldı.

Aradan geçen onca yıla rağmen Türk tiyatro ve sinemasına bir Adile Naşit daha gelmedi. 

Hababam Sınıfı’nda öğrenci dostu Hafize Ana, Tosun Paşa’da kurnada elinde tefle göbek atıp şarkı söyleyen Adile Hanım, Neşeli Günler’de kocasıyla didişen Saadet Hanım'ın hatırası zihnimde hala taptaze. 

Nurlar içinde yat Adile Teyze. Kuzucukların artık büyüdü. 

Halil Tekiner
7 Haziran 2010, Kayseri

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Şiirden de fal bakılır mıymış?

Eskilerin tuhaf adetlerinden biri de şiir kitaplarından fal açmakmış, geçenlerde öğrendim.

Kafan mı karıştı, danışacak kimsen mi yok, al eline okkalı şairlerden birinin kitabını, artık Mevlana’nın Mesnevi’si mi olur, Hafız’ın Divanı mı bilemem, tesadüfen açtığın bir şiiri niyetine göre yorumla. Hoş bir eğlenceye benziyor. Biraz şiir, biraz merakla hülyalar arasında vakit geçecek, fena mı? Ama inanır mısın diye sorsanız: Cık. Sahi kim inanır şiirden fal bakıldığına?

Hayır diyorum ama, içten içe merak etmekten de alıkoyamadım kendimi. Ya doğruysa? Sonunda merakıma yenik düştüm; hemen arkamdaki dolapta duran Akif’in meşhur Safahat’ını kaptığım gibi şöyle rastgele bir sayfayı açıp işaret parmağımı herhangi bir satırın üzerine konduruverdim. Ne çıksa beğenirsiniz:

"Fena değil yolun amma epeyce sarp olacak!" (4. Kitap, Fatih Kürsüsü'nde).

Şimdi beni aldı mı bir telaş... Yol doğruymuş doğru olmasına amma yürümesi zormuş.

Ne yapalım, yolumdan dönecek değilim ya, düşer kalkar giderim...


Yine de içimden bir ses: Sen bir de Hayyam’a müracaat et, bakarsın şöyle aşklı-şaraplı bir şey denk gelir de rahata erersin.


İçimdeki bu sesi sükuta davet ediyorum.


Halil Tekiner
31 Mayıs 2010, Kayseri

Hiç

Ben tasavvuftan anlamam, hoş, çok da merak etmiyorum. Ama çalışma odamın duvarındaki “HİÇ” yazılı hattı görenlerden hep duymuşumdur “Tasavvufa ilginiz nasıl başladı?” sorusunu. İşin yoksa anlat dur… Konuşmaktan zevk aldığım, kültüre meraklı biriyse bu sorunun sahibi, söze “Hiçlikte var olmak lazım,” diye başlar, araya birkaç kısa hikâye sıkıştırarak fırsat bu fırsat kendi hayat görüşümü anlatırım. Yok eğer, ticarete meraklıysa boşa uğraşmam; “Efendim, adı üstünde işte, hiç. Yalnız böyle hatların koleksiyon değeri yüksek, satarken epey kazandırıyormuş,” der, dinleyenin ağzına bir parmak bal sürerek işi geçiştiririm. Böylelerine hat sanatını sevdirdiğim için kendi payıma mutluluk duymuyor da değilim hani.

Ne yalan söylemeli, bahsettiğim bu “HİÇ” yazısını duvardan indirmeyi birkaç kez düşündüm. Çünkü beni çalışmaya, okumaya, uğraşmaya sevk etmek şöyle dursun, var olan heyecanımı büsbütün azalttığını, benimle adeta alay ettiğini düşünüyorum: Ne kadar çalışırsan çalış hepsi boşuna, sonunda olacağın koskoca bir HİÇ! Oysa ben bizi ilerletecek, derinleştirecek, çoğaltacak ve belki de böylece toplumu şahlandıracak fikirlerin peşindeyim. İspanyolların “plus ultra”sı gibi, ya da ne bileyim “together we aspire, together we achieve” gibi kuvvetli, dinamik, gelişimci, girişimci, tekâmüle açık bir düşünce. İleri, daha ileri, çok daha ileri… Biliyorum bunun da ne denli zor olduğunu ama üzerimizdeki ölü toprağını ancak bu sayede kaldırabilecekmişiz gibi geliyor bana… Buna rağmen indirmedim yazıyı. İki nedenden ötürü elim varmadı bunu yapmaya: İlki; bu yazıyı Osman Amca’nın öldüğü 3 Ağustos günü anlık bir öfkeyle İstanbul’daki bir hattata özel olarak yazdırmam, ikincisi ise yeryüzü üzerinde “hiç”liğe yakın bir noktada var olduğumun – her şeye rağmen ve üzülerek – farkında oluşum.
Osman Amca’nın öldüğü haberini aldığımda İstiklal Caddesi’nde bir arkadaşımla birlikte yürüyorduk. Öğle saatleriydi, telefonum çaldı. Arayanın kim olduğunu çıkartamadım ilkin çünkü telefondaki ses ya ağlıyor, ya da heyecandan kelimeleri seçmekte güçlük çekiyordu. Zaten fazla da uzun sürmedi konuşması, topu topu dokuz kelime: “Genç dostum, Osman Amca’yı kaybettik, ben şimdi cenazesine gidiyorum.”

O an öylece kalakaldım…

Gözlerime bir türlü cesaret bulup da akamayan koca koca yaşlar birikiyor, beynim aklımdan geçen binlerce anıdan başka bir şey düşünemezken cenazeye katılıp hiç değilse son görevimi yapamayacağım için... Evet, özellikle de bunun için kendimi suçlu görüyordum. Arkadaşımın sesini duyunca fark ettim nerede olduğumuzu. Korka korka sordu: “Ne oldu? Fena görünüyorsun." Üzülsün istemezdim ama doğruyu söylemekten başka çarem yoktu: “En yakın arkadaşım ve akıl hocamı kaybettim.”

Vefat ettiğinde 85 yaşlarındaydı Osman Amca. Eh, pek de genç sayılmazmış diyeceksiniz. Oysa tam tersine bizden de gençti. Bir kere her gün en aşağı dört saat okurdu. Her görüşten siyasi gazete ve dergiler, onlar bitince kütüphanesindeki Almanca, İngilizce kitaplar, artık ne bulursa. Bana da okumam için bazı kitaplar verirdi arada ama eski kitaplar tabi, çoğu 1940 ya da 50’li yıllara ait. Zaman zaman da ben ona ilgi alanları olan arkeoloji ve sanat tarihi konularında yeni çıkan kitapları hediye ederdim. Açıkçası 1950’li yılların Türkiye’sinde İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirip mühendis olmuş, sonra uzun yıllar Kanada’da mühendislik yapmış birisinin mesleğinin dışında bu denli zengin ilgi alanlarına sahip oluşuna başlangıçta epey şaşırmış, sonraları ise çok gıpta etmiştim. Hele Kanada’dan sonra Almanya’ya yerleşip uzun yıllar arkeoloji eğitimi aldığı ve burada eski Yunanca ve Latince öğrendiğini duyunca şaşkınlığım ikiye katlanmıştı.

Osman Amca’nın okumanın dışındaki en büyük tutkusu doğa, özellikle de çiçek ve kuşlardı. Hele kuşlara olan tutkusunu anlatamam. Bahçesindeki asırlık ağaçların arasında kaybolan onlarca çeşit kuşu nasılsa tanır, göç yollarını, göç tarihlerini bizlere uzun uzun anlatır; hatta bazen onların ötüşünü taklit ederdi. Bir keresinde bu ötüşe bir kuşun aynı şekilde öterek karşılık verdiğini duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Herhalde “kuş dili” böyle bir şeydi.

3 Ağustos günü de her zamanki gibi bahçesinde çalışmış olmalı – sabah güneş doğmadan kalkıp bahçedeki çiçeklerle, meyvelerle uğraşırdı – ama kalbi sıkıştırınca belli ki zor atabilmiş kendini eve. Anlattıklarına göre sabah eve gelen yardımcıları hemen kapının girişinde boylu boyunca yatarken bulmuş cansız bedenini. Üzüldüm. Belki son bir söz söyleyecek ya da bir bardak su isteyecekti ölmeden önce. Yalnızdı Osman Amca, evet, ama ölürken de yalnız olmasını kabul etmekte zorlanıyor insan.

Bahçesindeki ulu ağaçların gölgesinde – misafirlerine hep buradaki yeşil boyalı ahşap masada çay ya da ev yapımı dut likörü ikram ederdi – yaprakların rüzgârla alabildiğine hışırdadığı bir günde konuşmuştuk ölümden. Gözlerimin içine baktı ve gülümsedi. Kısa bir sessizliğin ardından “Ben ölünce kuş olacağım,” dedi.

Dilerim öyle olmuş olsun…

“Hiç” olmasın yeter ki… Onlar yazıda kalsın.

Halil Tekiner
31 Mayıs 2010, Kayseri

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Hayatın yapı taşları hücreden de çok, kelimelermiş meğer


Hayatın yapı taşları hücreden de çok, kelimelermiş meğer, bunu şimdilerde daha iyi anlıyorum. Witgenstein'ın Tractatus'unda da az çok buna benzer bir ifade vardı fakat tam olarak ne demek istediğini üzerinde bizzat kafa yorup, kendi değerlendirme ve örneklerimin ardından anlama isteğim ikna olmamı da bir nebze geciktirdi.

Türk Dil Kurumu Sözlüğü'ndeki söz varlığı sayısı bugün itibariyle 616,767; tdk.gov.tr adresinde böyle yazıyor. Hiç fena değil. Aralarında onlarca dilden Türkçe'ye karışmış sözcükler de var mutlaka. Zaten benim burada merak ettiğim, sözlükteki Türkçe kelimelerden öte, öyle ya da böyle, Arapça, Farsça, Fransızca ya da başka bir dilden dilimize girmiş kelimelerin de düşünsel dağarcığımıza zenginlik getirip getirmediği.Çünkü başta da söylediğim gibi "hayatın yapı taşları hücreden de çok, kelimelermiş meğer". Bence mesele her şeyden önce kelimenin içerdiği anlamın zihnimize kazandırdığı o kavramın "düşünülebilir olma" yetisi. Bu gerçekten de önemli.

Bazı yabancı kelimeler, özellikle de bilim adamlarının kendi dilinin imkanlarıyla ürettiği terimler var ki bir başka dilde yerine o kelimeden başkasını koymak neredeyse imkansız. Mesela Almanca "Gestalt" kelimesi. Türkçe sözlükteki tanımı şöyle: Psikolojik olayların bir bütün veya biçim olduğunu savunan görüş. Bu dokuz kelimelik açıklamayla zaman kaybetmek yerine tek kelimeyle "gestalt" demek bence zamandan tasarruf, özellikle de aynı kelime konuşma ya da yazıda defalarca kullanılacaksa, evet, bu haklı görülebilir, hatta haklıdır da.

İstense daha ne örnekler bulunur. Benim aklıma gelen birkaç tanesi daha: "Mani" yani kişinin sevinç, güven ve her türlü etkinliğinin normal olmayan bir biçimde arttığı ruh hastalığı; "hidrostatik" yani sıvıların dengesini ve kaplar üzerine yaptıkları basıncı inceleyen fizik dalı ya da komşu bir kelime "mekanik" yani kuvvetlerin maddeler ve hareketler üzerine etkisini inceleyen fizik dalı. Tüm bu terimler, sevelim ya da sevmeyelim, sahip oldukları "kavramsal ifade kabiliyetleri" nedeniyle bir dil için, daha doğrusu o dile hayat veren insanların zihninde vazgeçilemeyecek bir zenginlik.

Başka bir dilden almak yerine yeni bir kelime üretmek, hiç mi yapılamaz? Yapılır elbette, ama dili gündelik ihtiyaçlarını karşılamak için üstünkörü kullanan kimseler değil; ya mevcut kavramların çok ötesinde başka kavramlar geliştirecek halis bilim adamları ya da anlam fukarası olmayan düşünceleri ifade eden, kalemi kuvvetli, kendi dilini çocuğu gibi sevip kollayan yazarlar yaparlar bunu. Bilmem son zamanlarda bu iki gruptan da kalan var mı. Varsa ne ala... (8 Mayıs 2010)

4 Mayıs 2010 Salı

A Better World is Possible for All!

Researching the pharmaceutical needs of non-sighted patients in my PhD thesis has given me an opportunity to explore a totally unknown world for me: the world of blindness.

The information I gained here was completely different from my previous assumptions. Blindness is not as dark as most of us imagine; it does not mean the end of life, and it is neither the result of a previous sin nor having an extraordinary talent.

Being blind is simply being unable to see, nothing more than this, and the major problem is derived not from the blind themselves but generally the sighted people’s wrong attitudes. This includes prejudice, misunderstanding and probably subconscious reluctance to help establish a more egalitarian environment and opportunities for those somehow different from what we are used to.

After communicating with hundreds of visually impaired people all around Turkey, I realized my own misconceptions about blindness, and regret having gained my new perspective so late in my life. Hopefully I shall continue to improve my understanding of blindness with the constant support of my non-sighted friends.

I always love to hear from you, the visitor to this website, regardless of whether you are non-sighted or sighted. If you want to augment this humble effort towards increasing public awareness about blindness, please share your thoughts or ideas by simply sending an e-mail to haliltekiner@gmail.com.

I believe that a better world is possible for all, and this can be done with well-combined efforts.

Halil Tekiner
MSc Pharm, BSc
May 4, 2010, Kayseri

1 Nisan 2010 Perşembe

Kötü Değil Ama Kötü Yazılmış Kitaplar

Yok. Bulamıyorum aradığımı kitaplarda.

Kıştan kalma bir ağacın dalları kadar kuru ya da varsa yeni sürgünleri gibi çelimsiz okuduklarımın çoğu. Adi bir şarap ne tat bırakırsa damakta, işte öyle yavan zihnimde bıraktıkları da.

Sahici değil söyledikleri, inanmıyorum. Basmakalıp deyişler, ana hatları aşağı yukarı aynı fikirler ve sorgulanamaz değer yargılarından öteye gitmeyen, sipariş üzerine hazırlanan yazılardan bıktım; ya da kurnazca kurgulanmış propagandalardan. Gösterişli kapaklar, sınırsız övgülerin doldurduğu arka kapak yazıları, yazarın önceki kitaplarının reklamı da sıkıyor artık beni.

Bu kadar ticarileşmeli miydi insanlığın en alçakgönüllü ihtiyacı?

İyi kitapları arayarak zamanımı heba ettiğimden korkuyorum bazen. Kendi kendime sormuyor değilim: Boşa mıydı onca emek?

Düşünüyorum da, ne varsa klasiklerde var… Kütüphanesine klasiklerden başka eser almamakta meğer ne kadar haklıymış Alain.

Halil Tekiner
1 Nisan 2010, Kayseri

8 Mart 2010 Pazartesi

Manyak Güzel Bir Kız Gördüm

Şubat sonu mu, yoksa Mart başı mıydı, şimdi hatırlamıyorum. Ankara’ya günübirlik uğrayan bahar havasını fırsat bilip elimde siyah kumaştan bilgisayar çantam, yanında da her ihtimale karşı taşıdığım iki ince kitapla Tunalı Hilmi’nin inişli çıkışlı yollarını arşınlıyor, bir yandan da günün muhasebesini yapıyordum. Çok iyi hazırlanmış olmama rağmen yaptığım iki görüşmeden de beklediğim cevapları alamamış ve ciddi bir hayal kırıklığına uğramıştım. Sinirli değildim, doğru, ama havamda da hiç değildim. Yürürken gözlerimi kâh karşıdan gelen insan güruhundan ilginç bulduğum yüzlere kâh yan yana sıralanmış onlarca mağazanın vitrinlerine kaydırıyor, zihnimi başka şeylerle meşgul etmeye çalışıyordum ama nafile…

Birkaç yüz metre ilerlemiştim ki karşıma koyu kahverengi tabelalı, adı bilindik bir kafe çıktı. Bir an duraksayıp, “Girsem mi” diye geçirdim içimden, “Hiç değilse yarım saat kitap okurum, fena mı?”. Camdan içeriye şöyle bir göz attım, birkaç masanın dışında her yer doluydu. İhtimal onlar da birkaç dakika içinde dolacak…

Yok yok bana göre değil böyle yerler; tıkış tıkış oturamam ben. Hele cilveleşen muhabbet kuşları gibi birbirine dolanmış liseli öğrencilerin oradan buradan yükselen şen kahkahaları… Tahammül edilir gibi değil. Yok vallahi dayanamam… Daha geçenlerde İstanbul’daki bir kafede yan masama oturan, kırkını çoktan aşan o meşhur sunucu söylememiş miydi yanındaki körpe kızcağıza “ressam olsaydım da senin nü tablonu yapsaydım,” diye. Yok, imkânı yok böyle yerlere giremem; ateş basar, nefesim daralır, tansiyonum yükselir, dayanamaz mutlaka bir çıngar çıkarırım. Sonra al başına belayı!

İyisi mi yoluma devam edeyim...

On metre gittim gitmedim bu sefer de içimdeki ses “Yahu, bir denesen n’olur? Beğenirsen otur kitabını oku, beğenmezsen kahveni içip çık,” demez mi? Başa gelen çekilir, kös kös geri döndüm.

İçeri girdiğimde dikkatimi çeken kafenin sol tarafında oturanların tek başına, sağdakilerin ise arkadaşlarıyla birlikte olmaları oldu. Garip şey. Siparişimi vermek için önümdeki birkaç kişinin işini halletmesini bekledim. Sıra bana geldiğinde tıfıl delikanlı gayriciddî “Ne alırız?” diye sormaz mı? Önce cevap vermekte tereddüt ettim, sonra da utana sıkıla “Caffè macchiato” diye fısıldadım. Türkçe adı yok ki meretin. Çok geçmedi, bu sefer de adımı sordu. “Ne yapacaksınız?” dedim. Cevap: “Efendim, bizde böyle.” İyi.

Beklerken dalmışım. Sağdan davudi bir ses yükseldi: Halil Bey. Adımı duyunca afalladım. Eksik olmasınlar, adımı da yazmışlar üzeri plastik şapkalı kartondan bozma kahve bardağının üzerine hem de iri harflerle. Anlayacağın kafe olmuş bildiğin Kindergarten.

Bir elimde kahve, ötekinde bilgisayar, köşede, camın önünde küçük bir masa buldum. Ceketimi, ardından da boğazımı oldum bittim sıkan kravatımı çıkarıp sandalyenin arkasına astım. Belki not alırım diye de dolma kalem ve küçük defterimi cebimden çıkarıp masanın üzerine koydum. Kahvemden bir yudum çekip kitabın kaldığım sayfasını açtım. Tam okumaya başlayacağım, arka masamdan kedi miyavlaması gibi bir ses:

- Manyak güzel bir şey ya!

Sesin geldiği yana birkaç saniye şaşkın şaşkın bakıp neler olduğunu anlamaya çalıştıktan sonra tüm iyimserliğim ve en Yunusvari duygularımla “Olabilir, böyle yerlerde elbet sağdan soldan sesler gelir,” diyerek vakit geçirmeden gözlerimi kitabımın sararmış sayfalarına geri çevirdim. Birkaç paragrafı henüz okumuş ve kitabın neresinde kaldığımı yeni yeni hatırlamaya başlamıştım ki aynı sesin çığlığıyla irkildim:

- İnanmıyorum ya! Manyak güzel! Var ya, Antalya’ya beni de çağıracaksınız bak, tamam mı?

Evet, duyduklarım bunlardı. Yok, böyle de değil; şöyle bir şey olmalı: “İnaaanmıyorum yaaa. Mannnyak güzel. Vaaar yaaa, Antalya’ya beni de çaaarıcaksınız bak, tamaaam mı?” Evet evet, tastamam böyle.

Etrafımda konuşulanları dinlemek âdetim değildir ama böyle zamanlarda benim de muzipliğim tutar, yanlarında olmasa bile daha sonra kendi kendime gülmek için malzeme toplama fırsatını asla kaçırmam. Ne yapalım? Mizah herkese lazım.

İçimden bir ses – beni biraz önce buraya sokan ses de buydu ya – “E hani kitap okuyacaktın?,” diyordu ama valla kitap mitap hak getire. Okuduğuma da okuyacağıma da pişman oldum. Tüm bunlar adamda dikkat mi bırakır?

Özel bir okulun öğrencisi ve henüz on beş - on altısında olduğunu tahmin ettiğim bu – güzel değil belki ama – sevimli yüzlü kızın bir kafede erkek arkadaşıyla konuşurken neden olur olmaz yere “manyak” deyip durduğu şimdi zihnimi okuyacağım kitaptan daha çok işgal ediyordu. Aklıma gelen ilk soru şu oldu: Acaba “manyak” kelimesinin benim bildiğimden başka bir anlamı var mı? İkincisi: Bu kelimeyi ısrarla tercih ediyor olmasının nedeni nedir?

Sanırım burada kullanılan “manyak” kelimesi kendisinden sonra gelen sıfatın çokluk derecesini gösteren bir tür zarf ve aşırılığı ifade ediyordu. Ama bu sadece bir tahmin. Bu genç kızın mantığıyla başka şekillerde de kullanılabileceğini düşündüm: Manyak pahalı, manyak heyecanlı, manyak keyifli gibi… Fakat burada beni meraklandıran, işin dilbilgisinden öte sosyal, özellikle de psikolojik yönü. Bir genç kız acaba neden cümlelerinin orasına burasına argo kelimeleri sokuşturmak için canhıraş uğraşır? Bu gerçekten çok ilginç bir soru ancak cevaplaması bir eczacı için pek de kolay değil. Özenti, farklı olma isteği, bir tür “protest” duruş, arkadaş grubu jargonlarının sık kullanımıyla bir gruba ait olduğu ihtiyacının tatmin edilmesi ya da başka bir şey. Ama dedim ya, benim uzmanlık alanım değil.

Bu düşüncelere öyle dalmışım ki kitabı okuyormuşçasına iki kenarından sımsıkı tuttuğumu çok sonra fark ettim. Baktım ki kitap da ben de bir işe yaramıyoruz, kahvemi hızla bitirip kafeden ayrılmaktan başka çare yok, az önce ciddi bir ritüelle ağır ağır çıkarıp masaya bıraktığım kalem ve not defterimi, sandalyenin arkasına özenle astığım ceket ve kravatımı yangından mal kaçırırcasına kaptığım gibi kendimi dışarı attım.

Oh… Tertemiz hava, pırıl pırıl gök, yanaklarımı okşayan tatlı esinti. Daha önceleri neredeydiniz? Kızılay’a doğru belki bir çeyrek saat yürüdüm.

Otele dönünce ilk işim internetten Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne bakmak oldu. İşte bulduklarım:

Manyak: Fr.maniaque. 1. Maniye uğramış (hasta), 2. mec. Gülünç, garip, şaşırtıcı davranışları olan (kimse), 3. Hakaret sözü

Düşündüm taşındım. Sonunda bu sevimli kızın kelimenin olumlu anlamıyla “manyak” olduğuna ve muhtemelen bunu kendisinin de bildiği için olur olmaz yerlerde “manyak güzel”, “manyak güzel” feryatlarıyla bir yandan güzelliğiyle böbürlenip bir yandan da kendi varlığını kanıtlamaya çalıştığına hükmettim.

Baksanıza oturduğum yerde varlığından beni, benim aracılığımla da sizi bile haberdar etti.

Aşk olsun manyak kız…

Halil Tekiner
8 Mart 2010, Kayseri

22 Şubat 2010 Pazartesi

Lale misin? Sümbül müsün? Gül müsün?


Adını şimdi hatırlayamadığım bir otelin, Pamporovo Dağları'nın göz alabildiğine yeşil çamlarına bakan altıncı kattaki odasında uyandığımda vakit çoktan öğleyi bulmuştu. Yeterince dinlenmiş olmanın verdiği gevşeklikle yatakta bir süre daha oyalandım. Bu tatlı uyuşukluk hali dün gece komodinin üzerine bıraktığım kol saatime bakınca yerini öfkeyle karışık bir telaşa bıraktı. Otelin konferans salonunda düzenlenen ve benim de özellikle katılmam gereken toplantı çoktan başlamıştı. Kendi kendime söylenip yataktan hızla kalktım.Ne yapacağımı bilmemenin verdiği şaşkınlıkla yarı çıplak, pencereye alnımı dayayıp dağların üzerine yemyeşil bir halı gibi serilmiş, uçsuz bucaksız çam ağaçlarını izlerken bir yandan da düşünüyordum: Toplantı başlayalı birkaç saat olmuştu. Hala katılabilirdim. Geç kalışımı haklı çıkaracak makul bir nedeni elbet bulur, en kötüsü açık açık "uyananamadım," der, özür dilerdim. İkinci bir düşünce de aklımı çelmiyor değildi hani: Katılmasam ne olur?

Bu saatten sonra salona girmektense hiç girmemek daha az dikkat çekici olur diye düşünerek ilk görüşümden vazgeçtim. Ne yalan söyleyeyim, bunda dışarıdaki bahar havasının güzelliği de etkili olmuştu. Üzerimde bir şey olmadığı halde dayanamayıp balkona temiz dağ havası almaya çıktım. Sen misin çıkan! Bana doğru var gücüyle esen rüzgârın soğuğunu tenimde hissetmemle içeri kaçmam bir oldu. Gerisi malum: Sıcak bir duş, tıraş, temiz çamaşırlar…

Aşağı indiğimde ilk işim resepsiyona uğramak oldu. Kumral tenli, çiçek bozuğu yüzlü, iri kıyım bir Bulgar delikanlıya oda anahtarımı teslim ettim. Karnım açtı. Ancak saat ne kahvaltı ne de öğle yemeği için uygundu. Bir an "En iyisi elime tesadüfen geçen bu boş zamanı odamdan keyifle izlediğim çamların arasında geçirmek," diye düşündüm. Öyle de yaptım. Ağaçların arasına gizlenmiş patika yolları takip ederek epey yürüdüm. Kulağımda 2000’li yılların başlarında henüz yeni yeni kullanılmaya başlanan mp3 çalar teknolojisinin o dönem için ileri, bugün içinse ilkel bir örneği; Bulgar halk şarkılarını dinliyordum. Bugün Bulgar müziğine duyduğum özel ilginin kaynağı muhtemelen bu yürüyüşte dinlediğim, anlamını bilmediğim halde içimde ağlama isteği uyandıran içten bir ezgiydi. Melodik yapısı pek benzemese de bizim Anadolu türkülerimizden birini, anlamadığım bir dilde dinliyormuş hissine kapıldım. Ne olduğunu bilmediğim bir şeyler ortaktı benim dünyamla bu müzikte. Aynı ezgiyi üst üste defalarca dinledim. Belki bir saat, belki biraz daha fazla.

Geleneksel kıyafetleri içinde, pek çok Bulgar kadını gibi güzel yüzlü, elma yanaklı ve boyalı dudaklarıyla hep gülerken düşlediğim birinin sesinden, bilmediğim bir dilde, bilmediğim topraklarda dinlediğim bu şarkının nakaratı beynimin ta derinliklerine kadar işlemiş, mp3 çalarımın pili bitmiş olmasına rağmen kulaklarımdan bir türlü gitmemişti:

лале ли си, зюмбюл ли си, гюл ли си!

Türkçe okunuşuyla Lale li si, zumbul li si, gul li si. Anlamını kelimelerden çıkarmak pek de zor olmasa gerek:

“Lale misin? Sümbül müsün? Gül müsün?”

Ormanın temiz havasıyla ciğerlerim, müziğin duygu yoğunluğuyla da kalbim temizlenmişti. İnanması pek çok kişiye güç gelecek biliyorum ama sanki o an tabiatla sohbet etmiş; ona insanlığın zorbalığından, bencillik ve ikiyüzlülüğünden duyduğum nefreti anlatmış, karşılığında ben de onun bazı sırlarını öğrenmiştim.

O gün sözlerini anlamadığım fakat tuhaf bir şekilde beni hüzünlendiren bu şarkıyı yılda birkaç kez de olsa, kendimle başbaşayken dinler; her dinleyişimde de Pamporovo’nun şimdilerde hayal mi yoksa gerçek mi olduğundan şüphe ettiğim konuşan çam ormanlarında geziniyormuş hissine kapılarak heyecanlanırım. Ve seslenmek isterim adını unuttuğum sevgilime Bulgar dilinde:

лале ли си, зюмбюл ли си, гюл ли си!

Halil Tekiner
22.02.2010, Kayseri

15 Şubat 2010 Pazartesi

Köszönöm, Kodály, nagyon szépen köszönöm...

Zoltán Kodály'la bir müzisyen dostumun Ankara'da eski bir apartmanın tavan arasına gizlenmiş evinin, üzeri bordo-kırmızı kadifeyle örtülü bir konsol piyano, raflar dolusu kitap, iki eski koltuk ve bir kilimden başka lüksü olmayan odasında tanışmamızın üzerinden tam dokuz yıl geçmiş...

Budapeşte'de onu Andrassy utca üzerindeki evinde ziyaret edişimin; yerden tavana kadar uzanan muhteşem kitaplığı ve yarım açık ahşap panjurlardan süzülen sabah güneşinin aydınlattığı piyano ve bu sahneyi Kodály'ın da benimle birlikte izlediği hissi veren sıra sıra büstlerine bakarken duyduğum tatlı heyecan, Balaton Gölü üzerindeki bir tekne turunda güzel Ianina'yla birlikte Galanta Dansları'nı dinleyişimizin ve onun bana bu müziği dinlerken neden bu denli duygulandığımı sormasının üzerindense sekiz yıl...

Hakkında topladığım İngilizce, Almanca, Macarca onca kitap, partisyon, koral, kartpostal, demek sekiz yıldır Hisarcık'taki kitaplığımın raflarında öylece duruyor...

Sadece yeni yetmelik günlerimin değil; belki de tüm hayatımın en renkli, en saf ve dostane günlerini geçirdiğim Budapeşte'de yaşadığım tüm güzellikler gibi Kodaly da siyah beyaz, eski bir hatıra oldu. Yıllar var ki ne Galanta Dansı'nı, ne Háry János Süiti'nin çembalolu intermezzosu, ne de o meşhur Tavus Kuşu Varyasyonlarını ya da büyülü Marosszék Dansları'nı dinledim.

Kısmet bugüneymiş... Doya doya hasret giderdik.

Bir sekiz yıl daha geçer, Kodaly'la olan güzel hatıralarımı belki unuturum korkusuyla iyisi mi birkaç satır yazayım dedim. Eski bir dosta kısmen de olsa vefa borcu ödemek için...

Böyle anlarda elden başka ne gelir ki?

Halil Tekiner
15 Şubat 2010, Kayseri

4 Şubat 2010 Perşembe

Drug Molecules Meet Turkish Art of Illumination

Last year, on November 18, I was invited to deliver a talk on “Pharmacy in Turkish Art” at the Philipps University Institute for the History of Pharmacy in Marburg, Germany. Since I have been involved for a long time with historical examples of pharmacy that are related to artistic works, during my preparation for this conference, I got the idea of leaving some other examples for future reference. “Why not create illuminations of drug molecules?” I pondered.

In fact, the Ottoman art of illumination, tezhip, which literally means “ornamenting with gold,” apparently, was the most convenient way to combine both “traditional culture” and “modern science” on pharmacy-based themes. This nearly five-century-old art which was characteristic of the Ottoman culture reached its summit during the 17th and the 18th centuries. Before the introduction of the printing press to Turkey in 1727, hand-written manuscripts were the only literary resources.

Bearing this in mind, I asked Mrs. Gulbun Mesara, a renowned Turkish illumination artist, and her team whether they would be willing to help me to apply this art to drug molecules such as acetylsalicylic acid, penicillin, caffeine, and paclitaxel. Although, initially, they were a bit confused at my request, they kindly helped me with this rather “weird” project which led to a series of unique paintings, each of which possesses a different traditional style.

Among the paintings, my favourite one is the one featuring caffeine, which includes the chemical structure of the molecule surrounded by leaves painted in traditional sazyolu style together with the reddish drupe-fruits and leaves of the coffee tree. Although this plant is named Coffea arabica, indicating its Arab origin, coffee became a very popular drink in the Ottoman Empire in the mid 16th century. It was later exported to Europe, where it became known as “Turkish coffee.” I like to look at this painting which, along with the others, is hung on a wall in my office, while I drink my Turkish coffee. It is a very pleasant experience for me as a pharmacist.

I believe that pharmacy-related artistic works, besides the aesthetic values they possess, have great importance in terms of presenting pharmaceutical culture and strengthening our professional identity in the eye of society.

Halil Tekiner, MSc Pharm, BSc
February 4, 2010, Kayseri

25 Ocak 2010 Pazartesi

Hoş olayım olmayayım, o yar benim kime ne...

Sabahtan beri dilimden düşmeyen, ısrarla dikkatimi dağıtan bir türküden davacıyım.

"Kimden duydum, durup dururken nerden aklıma geldi," bilmem; saat başı "Ben melamet hırkasını kendim giydim eynime," diye başlıyorum, durdurana aşk olsun...

Yalnız da değilim hem. Her defasında bir başka ses eşlik ediyor bana içimden, başka bir hal alıyor türkü:

Ruhi Su'nun dilinde suların şırıl şırıl aktığı bir pınarbaşında destansı bir haykırış; Müslüm Gürses'te ağır, acılı arabesk; Müzeyyen Senar'ın dilinde aşkın şarabın içmişlerin süt beyaz rakısı, kavunu, peyniri; Tanju Okan'da bir kadeh viski oluyor; Perihan Altındağ Sözeri'de düyek usulundaki zarif bir uşak-aşk eseri, Zara'da Anadolu'nun ak elleri kınalı, yüreği yaralı, köylü kızı; Sabahat Akkiraz'da yanık bir öz ağıt; Zerrin Özer'de şehirli kızın kavgası, Volkan Konak'ta Karadeniz, Neşet Ertaş'ın yüreğinde İç Anadolu...

Ben, biz, hepimiz, birer Kul Nesimi'yiz.

Nasıl söylemem şimdi böyle güzel türküyü ben, gece gündüz demeden?

Ben melamet hırkasını kendim giydim eynime,
Ar-u namus şişesini taşa çaldım kime ne?

Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi,
Gah inerim yeryüzüne seyreder alem beni.

Gah giderim medreseye ders okurum hak için,
Gah giderim meyhaneye dem çekerim kime ne?

Sofular haram demişler bu aşkın şarabına,
Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne?

Ben yitirdim ben ararım yar benimdir kime ne?
Gah giderim öz bağıma gül dererim kime ne?

Sofular secd'ederler mescidin mihrabına,
Benim ol dost eşiğidir secdegahım kime ne?

Nesimi'ye sordular ki yarin ilen hoş musun,
Hoş olayım olmayayım o yar benim kime ne?

Halil Tekiner
25 Ocak 2010, Kayseri

15 Ocak 2010 Cuma

Yalnızlık ve Kar

Gecenin ikisi...

Farkına bile varmadan geçmiş zaman kim bilir kaçıncı defa...

Sol yanımda beklemekten buz kesmiş, yarısı içilmeden kalmış bir fincan adaçayı. Masanın üzerinde öteye beriye dağılmış karınca yazılı makaleler... Adi bir tükenmez kalem... Yeniden incelenmeyi bekleyen, eski, kalın bir kitap ve iskambil kartı gibi açılmış birkaç kartvizit. Saatin zaman zaman farkına vardığım tiktaklarından ve bilgisayarın klavyesi üzerinde gezen parmaklarımın düzensiz tıkırtılarından başka hiçbir ses yok...

Sokak lambalarının cılız ışığıyla büsbütün hüzünlü gözüken, uhrevi bir beyaza bürünmüş bomboş caddeler ve ağır ağır düşen kar taneleri...

Gözümün önünden iki gündür gitmeyen bir sahne... Arabamı sürerken önüme atlarcasına çıkan yaşlı bir kadın. Sırtında eskimiş hırkasından başka bir şeyi yok... Başında alelade bağlanmış bir beyaz yazma. Ayağındaki terliği sürüye sürüye karların arasında koşuyor can havliyle. Arabamı park ettikten sonra bir kez daha geçiyor yanımdan. Daha net görüyorum yüzünü bu defa: Zaman herkesten daha erken yaşlandırmış yüzünü. Derin kırışıklar... Parasıza zaman bile adil davranmıyor belli ki.

Yürüyorum gözümü ayırmadan bu yaşlı kadının karda bıraktığı izleri. Işığa, arabaya bakmadan yola atlıyor bir kez daha; tıpkı benim arabamın önüne ansızın çıktığı gibi dikkatsiz. Caddenin karşısına geçerken 17-18 yaşlarında, kot pantolonlu güzel bir kızın boynuna atlıyor. İçten bir çığlıkla inliyor sokak. Cız ediyor içim. Sımsıkı bağrına basıyor kızı ama kız oralı değil, utanarak bakıyor sağına soluna, "Bir gören olursa ya?" der gibi endişeli. Gözlerini kaçırıyor onu sarmalayan bu kutlu kadından.

Hiç bilmediğim bir hikayenin ortasına düşmüş gibi heyecanla izliyorum tüm bu olup bitenleri. Onlarca olasılık geçiyor aklımdan. Gurbetten dönen kıza annesinin özlemi, babası ölen kıza annesinin tesellisi, ya da anne-babasını kaybetmiş bir kıza babaannesinin şefkati... Okunan kitapların kurgusu meğer ne önemsiz kalıyormuş kitabın bizzat içindeyken...

Hiçbir şey bilmiyorum bu ilk ve muhtemelen son defa gördüğüm iki kişinin hakkında ama merak ediyorum. Koşup yanlarına gitmek, "Ne oldu?" demek geliyor içimden ama nafile... Yürüyorum, aklımda bir soru: Yoksa bir mucize miydi gördüğüm?

"Sessizlik insanı çoğaltır," derler.

Ben "bir" kaldım.

Halil Tekiner
25 Ocak 2010, Kayseri