25 Ocak 2010 Pazartesi

Hoş olayım olmayayım, o yar benim kime ne...

Sabahtan beri dilimden düşmeyen, ısrarla dikkatimi dağıtan bir türküden davacıyım.

"Kimden duydum, durup dururken nerden aklıma geldi," bilmem; saat başı "Ben melamet hırkasını kendim giydim eynime," diye başlıyorum, durdurana aşk olsun...

Yalnız da değilim hem. Her defasında bir başka ses eşlik ediyor bana içimden, başka bir hal alıyor türkü:

Ruhi Su'nun dilinde suların şırıl şırıl aktığı bir pınarbaşında destansı bir haykırış; Müslüm Gürses'te ağır, acılı arabesk; Müzeyyen Senar'ın dilinde aşkın şarabın içmişlerin süt beyaz rakısı, kavunu, peyniri; Tanju Okan'da bir kadeh viski oluyor; Perihan Altındağ Sözeri'de düyek usulundaki zarif bir uşak-aşk eseri, Zara'da Anadolu'nun ak elleri kınalı, yüreği yaralı, köylü kızı; Sabahat Akkiraz'da yanık bir öz ağıt; Zerrin Özer'de şehirli kızın kavgası, Volkan Konak'ta Karadeniz, Neşet Ertaş'ın yüreğinde İç Anadolu...

Ben, biz, hepimiz, birer Kul Nesimi'yiz.

Nasıl söylemem şimdi böyle güzel türküyü ben, gece gündüz demeden?

Ben melamet hırkasını kendim giydim eynime,
Ar-u namus şişesini taşa çaldım kime ne?

Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi,
Gah inerim yeryüzüne seyreder alem beni.

Gah giderim medreseye ders okurum hak için,
Gah giderim meyhaneye dem çekerim kime ne?

Sofular haram demişler bu aşkın şarabına,
Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne?

Ben yitirdim ben ararım yar benimdir kime ne?
Gah giderim öz bağıma gül dererim kime ne?

Sofular secd'ederler mescidin mihrabına,
Benim ol dost eşiğidir secdegahım kime ne?

Nesimi'ye sordular ki yarin ilen hoş musun,
Hoş olayım olmayayım o yar benim kime ne?

Halil Tekiner
25 Ocak 2010, Kayseri

15 Ocak 2010 Cuma

Yalnızlık ve Kar

Gecenin ikisi...

Farkına bile varmadan geçmiş zaman kim bilir kaçıncı defa...

Sol yanımda beklemekten buz kesmiş, yarısı içilmeden kalmış bir fincan adaçayı. Masanın üzerinde öteye beriye dağılmış karınca yazılı makaleler... Adi bir tükenmez kalem... Yeniden incelenmeyi bekleyen, eski, kalın bir kitap ve iskambil kartı gibi açılmış birkaç kartvizit. Saatin zaman zaman farkına vardığım tiktaklarından ve bilgisayarın klavyesi üzerinde gezen parmaklarımın düzensiz tıkırtılarından başka hiçbir ses yok...

Sokak lambalarının cılız ışığıyla büsbütün hüzünlü gözüken, uhrevi bir beyaza bürünmüş bomboş caddeler ve ağır ağır düşen kar taneleri...

Gözümün önünden iki gündür gitmeyen bir sahne... Arabamı sürerken önüme atlarcasına çıkan yaşlı bir kadın. Sırtında eskimiş hırkasından başka bir şeyi yok... Başında alelade bağlanmış bir beyaz yazma. Ayağındaki terliği sürüye sürüye karların arasında koşuyor can havliyle. Arabamı park ettikten sonra bir kez daha geçiyor yanımdan. Daha net görüyorum yüzünü bu defa: Zaman herkesten daha erken yaşlandırmış yüzünü. Derin kırışıklar... Parasıza zaman bile adil davranmıyor belli ki.

Yürüyorum gözümü ayırmadan bu yaşlı kadının karda bıraktığı izleri. Işığa, arabaya bakmadan yola atlıyor bir kez daha; tıpkı benim arabamın önüne ansızın çıktığı gibi dikkatsiz. Caddenin karşısına geçerken 17-18 yaşlarında, kot pantolonlu güzel bir kızın boynuna atlıyor. İçten bir çığlıkla inliyor sokak. Cız ediyor içim. Sımsıkı bağrına basıyor kızı ama kız oralı değil, utanarak bakıyor sağına soluna, "Bir gören olursa ya?" der gibi endişeli. Gözlerini kaçırıyor onu sarmalayan bu kutlu kadından.

Hiç bilmediğim bir hikayenin ortasına düşmüş gibi heyecanla izliyorum tüm bu olup bitenleri. Onlarca olasılık geçiyor aklımdan. Gurbetten dönen kıza annesinin özlemi, babası ölen kıza annesinin tesellisi, ya da anne-babasını kaybetmiş bir kıza babaannesinin şefkati... Okunan kitapların kurgusu meğer ne önemsiz kalıyormuş kitabın bizzat içindeyken...

Hiçbir şey bilmiyorum bu ilk ve muhtemelen son defa gördüğüm iki kişinin hakkında ama merak ediyorum. Koşup yanlarına gitmek, "Ne oldu?" demek geliyor içimden ama nafile... Yürüyorum, aklımda bir soru: Yoksa bir mucize miydi gördüğüm?

"Sessizlik insanı çoğaltır," derler.

Ben "bir" kaldım.

Halil Tekiner
25 Ocak 2010, Kayseri