22 Şubat 2010 Pazartesi

Lale misin? Sümbül müsün? Gül müsün?


Adını şimdi hatırlayamadığım bir otelin, Pamporovo Dağları'nın göz alabildiğine yeşil çamlarına bakan altıncı kattaki odasında uyandığımda vakit çoktan öğleyi bulmuştu. Yeterince dinlenmiş olmanın verdiği gevşeklikle yatakta bir süre daha oyalandım. Bu tatlı uyuşukluk hali dün gece komodinin üzerine bıraktığım kol saatime bakınca yerini öfkeyle karışık bir telaşa bıraktı. Otelin konferans salonunda düzenlenen ve benim de özellikle katılmam gereken toplantı çoktan başlamıştı. Kendi kendime söylenip yataktan hızla kalktım.Ne yapacağımı bilmemenin verdiği şaşkınlıkla yarı çıplak, pencereye alnımı dayayıp dağların üzerine yemyeşil bir halı gibi serilmiş, uçsuz bucaksız çam ağaçlarını izlerken bir yandan da düşünüyordum: Toplantı başlayalı birkaç saat olmuştu. Hala katılabilirdim. Geç kalışımı haklı çıkaracak makul bir nedeni elbet bulur, en kötüsü açık açık "uyananamadım," der, özür dilerdim. İkinci bir düşünce de aklımı çelmiyor değildi hani: Katılmasam ne olur?

Bu saatten sonra salona girmektense hiç girmemek daha az dikkat çekici olur diye düşünerek ilk görüşümden vazgeçtim. Ne yalan söyleyeyim, bunda dışarıdaki bahar havasının güzelliği de etkili olmuştu. Üzerimde bir şey olmadığı halde dayanamayıp balkona temiz dağ havası almaya çıktım. Sen misin çıkan! Bana doğru var gücüyle esen rüzgârın soğuğunu tenimde hissetmemle içeri kaçmam bir oldu. Gerisi malum: Sıcak bir duş, tıraş, temiz çamaşırlar…

Aşağı indiğimde ilk işim resepsiyona uğramak oldu. Kumral tenli, çiçek bozuğu yüzlü, iri kıyım bir Bulgar delikanlıya oda anahtarımı teslim ettim. Karnım açtı. Ancak saat ne kahvaltı ne de öğle yemeği için uygundu. Bir an "En iyisi elime tesadüfen geçen bu boş zamanı odamdan keyifle izlediğim çamların arasında geçirmek," diye düşündüm. Öyle de yaptım. Ağaçların arasına gizlenmiş patika yolları takip ederek epey yürüdüm. Kulağımda 2000’li yılların başlarında henüz yeni yeni kullanılmaya başlanan mp3 çalar teknolojisinin o dönem için ileri, bugün içinse ilkel bir örneği; Bulgar halk şarkılarını dinliyordum. Bugün Bulgar müziğine duyduğum özel ilginin kaynağı muhtemelen bu yürüyüşte dinlediğim, anlamını bilmediğim halde içimde ağlama isteği uyandıran içten bir ezgiydi. Melodik yapısı pek benzemese de bizim Anadolu türkülerimizden birini, anlamadığım bir dilde dinliyormuş hissine kapıldım. Ne olduğunu bilmediğim bir şeyler ortaktı benim dünyamla bu müzikte. Aynı ezgiyi üst üste defalarca dinledim. Belki bir saat, belki biraz daha fazla.

Geleneksel kıyafetleri içinde, pek çok Bulgar kadını gibi güzel yüzlü, elma yanaklı ve boyalı dudaklarıyla hep gülerken düşlediğim birinin sesinden, bilmediğim bir dilde, bilmediğim topraklarda dinlediğim bu şarkının nakaratı beynimin ta derinliklerine kadar işlemiş, mp3 çalarımın pili bitmiş olmasına rağmen kulaklarımdan bir türlü gitmemişti:

лале ли си, зюмбюл ли си, гюл ли си!

Türkçe okunuşuyla Lale li si, zumbul li si, gul li si. Anlamını kelimelerden çıkarmak pek de zor olmasa gerek:

“Lale misin? Sümbül müsün? Gül müsün?”

Ormanın temiz havasıyla ciğerlerim, müziğin duygu yoğunluğuyla da kalbim temizlenmişti. İnanması pek çok kişiye güç gelecek biliyorum ama sanki o an tabiatla sohbet etmiş; ona insanlığın zorbalığından, bencillik ve ikiyüzlülüğünden duyduğum nefreti anlatmış, karşılığında ben de onun bazı sırlarını öğrenmiştim.

O gün sözlerini anlamadığım fakat tuhaf bir şekilde beni hüzünlendiren bu şarkıyı yılda birkaç kez de olsa, kendimle başbaşayken dinler; her dinleyişimde de Pamporovo’nun şimdilerde hayal mi yoksa gerçek mi olduğundan şüphe ettiğim konuşan çam ormanlarında geziniyormuş hissine kapılarak heyecanlanırım. Ve seslenmek isterim adını unuttuğum sevgilime Bulgar dilinde:

лале ли си, зюмбюл ли си, гюл ли си!

Halil Tekiner
22.02.2010, Kayseri

15 Şubat 2010 Pazartesi

Köszönöm, Kodály, nagyon szépen köszönöm...

Zoltán Kodály'la bir müzisyen dostumun Ankara'da eski bir apartmanın tavan arasına gizlenmiş evinin, üzeri bordo-kırmızı kadifeyle örtülü bir konsol piyano, raflar dolusu kitap, iki eski koltuk ve bir kilimden başka lüksü olmayan odasında tanışmamızın üzerinden tam dokuz yıl geçmiş...

Budapeşte'de onu Andrassy utca üzerindeki evinde ziyaret edişimin; yerden tavana kadar uzanan muhteşem kitaplığı ve yarım açık ahşap panjurlardan süzülen sabah güneşinin aydınlattığı piyano ve bu sahneyi Kodály'ın da benimle birlikte izlediği hissi veren sıra sıra büstlerine bakarken duyduğum tatlı heyecan, Balaton Gölü üzerindeki bir tekne turunda güzel Ianina'yla birlikte Galanta Dansları'nı dinleyişimizin ve onun bana bu müziği dinlerken neden bu denli duygulandığımı sormasının üzerindense sekiz yıl...

Hakkında topladığım İngilizce, Almanca, Macarca onca kitap, partisyon, koral, kartpostal, demek sekiz yıldır Hisarcık'taki kitaplığımın raflarında öylece duruyor...

Sadece yeni yetmelik günlerimin değil; belki de tüm hayatımın en renkli, en saf ve dostane günlerini geçirdiğim Budapeşte'de yaşadığım tüm güzellikler gibi Kodaly da siyah beyaz, eski bir hatıra oldu. Yıllar var ki ne Galanta Dansı'nı, ne Háry János Süiti'nin çembalolu intermezzosu, ne de o meşhur Tavus Kuşu Varyasyonlarını ya da büyülü Marosszék Dansları'nı dinledim.

Kısmet bugüneymiş... Doya doya hasret giderdik.

Bir sekiz yıl daha geçer, Kodaly'la olan güzel hatıralarımı belki unuturum korkusuyla iyisi mi birkaç satır yazayım dedim. Eski bir dosta kısmen de olsa vefa borcu ödemek için...

Böyle anlarda elden başka ne gelir ki?

Halil Tekiner
15 Şubat 2010, Kayseri

4 Şubat 2010 Perşembe

Drug Molecules Meet Turkish Art of Illumination

Last year, on November 18, I was invited to deliver a talk on “Pharmacy in Turkish Art” at the Philipps University Institute for the History of Pharmacy in Marburg, Germany. Since I have been involved for a long time with historical examples of pharmacy that are related to artistic works, during my preparation for this conference, I got the idea of leaving some other examples for future reference. “Why not create illuminations of drug molecules?” I pondered.

In fact, the Ottoman art of illumination, tezhip, which literally means “ornamenting with gold,” apparently, was the most convenient way to combine both “traditional culture” and “modern science” on pharmacy-based themes. This nearly five-century-old art which was characteristic of the Ottoman culture reached its summit during the 17th and the 18th centuries. Before the introduction of the printing press to Turkey in 1727, hand-written manuscripts were the only literary resources.

Bearing this in mind, I asked Mrs. Gulbun Mesara, a renowned Turkish illumination artist, and her team whether they would be willing to help me to apply this art to drug molecules such as acetylsalicylic acid, penicillin, caffeine, and paclitaxel. Although, initially, they were a bit confused at my request, they kindly helped me with this rather “weird” project which led to a series of unique paintings, each of which possesses a different traditional style.

Among the paintings, my favourite one is the one featuring caffeine, which includes the chemical structure of the molecule surrounded by leaves painted in traditional sazyolu style together with the reddish drupe-fruits and leaves of the coffee tree. Although this plant is named Coffea arabica, indicating its Arab origin, coffee became a very popular drink in the Ottoman Empire in the mid 16th century. It was later exported to Europe, where it became known as “Turkish coffee.” I like to look at this painting which, along with the others, is hung on a wall in my office, while I drink my Turkish coffee. It is a very pleasant experience for me as a pharmacist.

I believe that pharmacy-related artistic works, besides the aesthetic values they possess, have great importance in terms of presenting pharmaceutical culture and strengthening our professional identity in the eye of society.

Halil Tekiner, MSc Pharm, BSc
February 4, 2010, Kayseri