31 Mayıs 2010 Pazartesi

Şiirden de fal bakılır mıymış?

Eskilerin tuhaf adetlerinden biri de şiir kitaplarından fal açmakmış, geçenlerde öğrendim.

Kafan mı karıştı, danışacak kimsen mi yok, al eline okkalı şairlerden birinin kitabını, artık Mevlana’nın Mesnevi’si mi olur, Hafız’ın Divanı mı bilemem, tesadüfen açtığın bir şiiri niyetine göre yorumla. Hoş bir eğlenceye benziyor. Biraz şiir, biraz merakla hülyalar arasında vakit geçecek, fena mı? Ama inanır mısın diye sorsanız: Cık. Sahi kim inanır şiirden fal bakıldığına?

Hayır diyorum ama, içten içe merak etmekten de alıkoyamadım kendimi. Ya doğruysa? Sonunda merakıma yenik düştüm; hemen arkamdaki dolapta duran Akif’in meşhur Safahat’ını kaptığım gibi şöyle rastgele bir sayfayı açıp işaret parmağımı herhangi bir satırın üzerine konduruverdim. Ne çıksa beğenirsiniz:

"Fena değil yolun amma epeyce sarp olacak!" (4. Kitap, Fatih Kürsüsü'nde).

Şimdi beni aldı mı bir telaş... Yol doğruymuş doğru olmasına amma yürümesi zormuş.

Ne yapalım, yolumdan dönecek değilim ya, düşer kalkar giderim...


Yine de içimden bir ses: Sen bir de Hayyam’a müracaat et, bakarsın şöyle aşklı-şaraplı bir şey denk gelir de rahata erersin.


İçimdeki bu sesi sükuta davet ediyorum.


Halil Tekiner
31 Mayıs 2010, Kayseri

Hiç

Ben tasavvuftan anlamam, hoş, çok da merak etmiyorum. Ama çalışma odamın duvarındaki “HİÇ” yazılı hattı görenlerden hep duymuşumdur “Tasavvufa ilginiz nasıl başladı?” sorusunu. İşin yoksa anlat dur… Konuşmaktan zevk aldığım, kültüre meraklı biriyse bu sorunun sahibi, söze “Hiçlikte var olmak lazım,” diye başlar, araya birkaç kısa hikâye sıkıştırarak fırsat bu fırsat kendi hayat görüşümü anlatırım. Yok eğer, ticarete meraklıysa boşa uğraşmam; “Efendim, adı üstünde işte, hiç. Yalnız böyle hatların koleksiyon değeri yüksek, satarken epey kazandırıyormuş,” der, dinleyenin ağzına bir parmak bal sürerek işi geçiştiririm. Böylelerine hat sanatını sevdirdiğim için kendi payıma mutluluk duymuyor da değilim hani.

Ne yalan söylemeli, bahsettiğim bu “HİÇ” yazısını duvardan indirmeyi birkaç kez düşündüm. Çünkü beni çalışmaya, okumaya, uğraşmaya sevk etmek şöyle dursun, var olan heyecanımı büsbütün azalttığını, benimle adeta alay ettiğini düşünüyorum: Ne kadar çalışırsan çalış hepsi boşuna, sonunda olacağın koskoca bir HİÇ! Oysa ben bizi ilerletecek, derinleştirecek, çoğaltacak ve belki de böylece toplumu şahlandıracak fikirlerin peşindeyim. İspanyolların “plus ultra”sı gibi, ya da ne bileyim “together we aspire, together we achieve” gibi kuvvetli, dinamik, gelişimci, girişimci, tekâmüle açık bir düşünce. İleri, daha ileri, çok daha ileri… Biliyorum bunun da ne denli zor olduğunu ama üzerimizdeki ölü toprağını ancak bu sayede kaldırabilecekmişiz gibi geliyor bana… Buna rağmen indirmedim yazıyı. İki nedenden ötürü elim varmadı bunu yapmaya: İlki; bu yazıyı Osman Amca’nın öldüğü 3 Ağustos günü anlık bir öfkeyle İstanbul’daki bir hattata özel olarak yazdırmam, ikincisi ise yeryüzü üzerinde “hiç”liğe yakın bir noktada var olduğumun – her şeye rağmen ve üzülerek – farkında oluşum.
Osman Amca’nın öldüğü haberini aldığımda İstiklal Caddesi’nde bir arkadaşımla birlikte yürüyorduk. Öğle saatleriydi, telefonum çaldı. Arayanın kim olduğunu çıkartamadım ilkin çünkü telefondaki ses ya ağlıyor, ya da heyecandan kelimeleri seçmekte güçlük çekiyordu. Zaten fazla da uzun sürmedi konuşması, topu topu dokuz kelime: “Genç dostum, Osman Amca’yı kaybettik, ben şimdi cenazesine gidiyorum.”

O an öylece kalakaldım…

Gözlerime bir türlü cesaret bulup da akamayan koca koca yaşlar birikiyor, beynim aklımdan geçen binlerce anıdan başka bir şey düşünemezken cenazeye katılıp hiç değilse son görevimi yapamayacağım için... Evet, özellikle de bunun için kendimi suçlu görüyordum. Arkadaşımın sesini duyunca fark ettim nerede olduğumuzu. Korka korka sordu: “Ne oldu? Fena görünüyorsun." Üzülsün istemezdim ama doğruyu söylemekten başka çarem yoktu: “En yakın arkadaşım ve akıl hocamı kaybettim.”

Vefat ettiğinde 85 yaşlarındaydı Osman Amca. Eh, pek de genç sayılmazmış diyeceksiniz. Oysa tam tersine bizden de gençti. Bir kere her gün en aşağı dört saat okurdu. Her görüşten siyasi gazete ve dergiler, onlar bitince kütüphanesindeki Almanca, İngilizce kitaplar, artık ne bulursa. Bana da okumam için bazı kitaplar verirdi arada ama eski kitaplar tabi, çoğu 1940 ya da 50’li yıllara ait. Zaman zaman da ben ona ilgi alanları olan arkeoloji ve sanat tarihi konularında yeni çıkan kitapları hediye ederdim. Açıkçası 1950’li yılların Türkiye’sinde İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirip mühendis olmuş, sonra uzun yıllar Kanada’da mühendislik yapmış birisinin mesleğinin dışında bu denli zengin ilgi alanlarına sahip oluşuna başlangıçta epey şaşırmış, sonraları ise çok gıpta etmiştim. Hele Kanada’dan sonra Almanya’ya yerleşip uzun yıllar arkeoloji eğitimi aldığı ve burada eski Yunanca ve Latince öğrendiğini duyunca şaşkınlığım ikiye katlanmıştı.

Osman Amca’nın okumanın dışındaki en büyük tutkusu doğa, özellikle de çiçek ve kuşlardı. Hele kuşlara olan tutkusunu anlatamam. Bahçesindeki asırlık ağaçların arasında kaybolan onlarca çeşit kuşu nasılsa tanır, göç yollarını, göç tarihlerini bizlere uzun uzun anlatır; hatta bazen onların ötüşünü taklit ederdi. Bir keresinde bu ötüşe bir kuşun aynı şekilde öterek karşılık verdiğini duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Herhalde “kuş dili” böyle bir şeydi.

3 Ağustos günü de her zamanki gibi bahçesinde çalışmış olmalı – sabah güneş doğmadan kalkıp bahçedeki çiçeklerle, meyvelerle uğraşırdı – ama kalbi sıkıştırınca belli ki zor atabilmiş kendini eve. Anlattıklarına göre sabah eve gelen yardımcıları hemen kapının girişinde boylu boyunca yatarken bulmuş cansız bedenini. Üzüldüm. Belki son bir söz söyleyecek ya da bir bardak su isteyecekti ölmeden önce. Yalnızdı Osman Amca, evet, ama ölürken de yalnız olmasını kabul etmekte zorlanıyor insan.

Bahçesindeki ulu ağaçların gölgesinde – misafirlerine hep buradaki yeşil boyalı ahşap masada çay ya da ev yapımı dut likörü ikram ederdi – yaprakların rüzgârla alabildiğine hışırdadığı bir günde konuşmuştuk ölümden. Gözlerimin içine baktı ve gülümsedi. Kısa bir sessizliğin ardından “Ben ölünce kuş olacağım,” dedi.

Dilerim öyle olmuş olsun…

“Hiç” olmasın yeter ki… Onlar yazıda kalsın.

Halil Tekiner
31 Mayıs 2010, Kayseri

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Hayatın yapı taşları hücreden de çok, kelimelermiş meğer


Hayatın yapı taşları hücreden de çok, kelimelermiş meğer, bunu şimdilerde daha iyi anlıyorum. Witgenstein'ın Tractatus'unda da az çok buna benzer bir ifade vardı fakat tam olarak ne demek istediğini üzerinde bizzat kafa yorup, kendi değerlendirme ve örneklerimin ardından anlama isteğim ikna olmamı da bir nebze geciktirdi.

Türk Dil Kurumu Sözlüğü'ndeki söz varlığı sayısı bugün itibariyle 616,767; tdk.gov.tr adresinde böyle yazıyor. Hiç fena değil. Aralarında onlarca dilden Türkçe'ye karışmış sözcükler de var mutlaka. Zaten benim burada merak ettiğim, sözlükteki Türkçe kelimelerden öte, öyle ya da böyle, Arapça, Farsça, Fransızca ya da başka bir dilden dilimize girmiş kelimelerin de düşünsel dağarcığımıza zenginlik getirip getirmediği.Çünkü başta da söylediğim gibi "hayatın yapı taşları hücreden de çok, kelimelermiş meğer". Bence mesele her şeyden önce kelimenin içerdiği anlamın zihnimize kazandırdığı o kavramın "düşünülebilir olma" yetisi. Bu gerçekten de önemli.

Bazı yabancı kelimeler, özellikle de bilim adamlarının kendi dilinin imkanlarıyla ürettiği terimler var ki bir başka dilde yerine o kelimeden başkasını koymak neredeyse imkansız. Mesela Almanca "Gestalt" kelimesi. Türkçe sözlükteki tanımı şöyle: Psikolojik olayların bir bütün veya biçim olduğunu savunan görüş. Bu dokuz kelimelik açıklamayla zaman kaybetmek yerine tek kelimeyle "gestalt" demek bence zamandan tasarruf, özellikle de aynı kelime konuşma ya da yazıda defalarca kullanılacaksa, evet, bu haklı görülebilir, hatta haklıdır da.

İstense daha ne örnekler bulunur. Benim aklıma gelen birkaç tanesi daha: "Mani" yani kişinin sevinç, güven ve her türlü etkinliğinin normal olmayan bir biçimde arttığı ruh hastalığı; "hidrostatik" yani sıvıların dengesini ve kaplar üzerine yaptıkları basıncı inceleyen fizik dalı ya da komşu bir kelime "mekanik" yani kuvvetlerin maddeler ve hareketler üzerine etkisini inceleyen fizik dalı. Tüm bu terimler, sevelim ya da sevmeyelim, sahip oldukları "kavramsal ifade kabiliyetleri" nedeniyle bir dil için, daha doğrusu o dile hayat veren insanların zihninde vazgeçilemeyecek bir zenginlik.

Başka bir dilden almak yerine yeni bir kelime üretmek, hiç mi yapılamaz? Yapılır elbette, ama dili gündelik ihtiyaçlarını karşılamak için üstünkörü kullanan kimseler değil; ya mevcut kavramların çok ötesinde başka kavramlar geliştirecek halis bilim adamları ya da anlam fukarası olmayan düşünceleri ifade eden, kalemi kuvvetli, kendi dilini çocuğu gibi sevip kollayan yazarlar yaparlar bunu. Bilmem son zamanlarda bu iki gruptan da kalan var mı. Varsa ne ala... (8 Mayıs 2010)

4 Mayıs 2010 Salı

A Better World is Possible for All!

Researching the pharmaceutical needs of non-sighted patients in my PhD thesis has given me an opportunity to explore a totally unknown world for me: the world of blindness.

The information I gained here was completely different from my previous assumptions. Blindness is not as dark as most of us imagine; it does not mean the end of life, and it is neither the result of a previous sin nor having an extraordinary talent.

Being blind is simply being unable to see, nothing more than this, and the major problem is derived not from the blind themselves but generally the sighted people’s wrong attitudes. This includes prejudice, misunderstanding and probably subconscious reluctance to help establish a more egalitarian environment and opportunities for those somehow different from what we are used to.

After communicating with hundreds of visually impaired people all around Turkey, I realized my own misconceptions about blindness, and regret having gained my new perspective so late in my life. Hopefully I shall continue to improve my understanding of blindness with the constant support of my non-sighted friends.

I always love to hear from you, the visitor to this website, regardless of whether you are non-sighted or sighted. If you want to augment this humble effort towards increasing public awareness about blindness, please share your thoughts or ideas by simply sending an e-mail to haliltekiner@gmail.com.

I believe that a better world is possible for all, and this can be done with well-combined efforts.

Halil Tekiner
MSc Pharm, BSc
May 4, 2010, Kayseri