25 Nisan 2008 Cuma

Sultanahmet Meydanı'nda Bir Nisan Gecesi

Beynim bir fotoğraf makinesi gibi bazı anları fotoğraflayıp kaydediyor. Tıpkı az önce gözümde canlanan, beş yıl öncesinden kalma fotoğraf karesi gibi. Bir anlığına gördüğüm, ne öncesi, ne de sonrası olan tek bir fotoğraf:

Çemberlitaş’tan Sultanahmet Meydanı’na inen yolun sonunda, caddeyi geçmek için adım atıyorum. Yüzümde tebessüm.

Aradan geçen onca yıla rağmen, o mutluluğu yeniden bulma umuduyla beynimin bu fotoğrafı çektiği yerden defalarca geçtim. Bu ümidimi bugün de olduğu gibi hep korudum. Yaz, kış, sonbahar, İstanbul’a geldiğim her zaman gözüm hep o köşe başını aradı. Hep aynı fotoğraf canlandı belleğimde. Tıpkı bu soğuk Nisan gecesinde olduğu gibi. 

Şimdi asırlara meydan okuyan iki abidenin, iki ayrı dünyanın, Sultanahmet ve Ayasofya Mabetlerinin tam ortasındaki parktayım. Ayakta ve biraz da üşüyerek yazıyorum bunları. Tam karşımda sokak lambalarının titrek ışıklarının yansımalarıyla süslü bir havuz. Sağımda Ayasofya, solumda Sultanahmet. Gecenin karanlığından süzülen uhrevi ışıkların arasında ikisi... Güzel, çok güzel. Altın kanatlı martılar tavaf ediyor kubbelerini. 

Park beyaz laleler ve aralarında, onların yarısına ancak gelebilen kırmızı, turuncu, yer yer beyaz aslanağızlarıyla ne de güzel bir yer. Sağda iki ağaç – yeni budandığı belli, kısacık dalları – diğer köşede ise siyah-mor laleler var. Yüzlerce. Bazıları neredeyse belime gelecek kadar uzun. Bir kısmının başı kopmuş. Çiçek vandalizmi mi bu, yoksa aşkın ifadesi mi, bilmiyorum. Hemen yan tarafta şerit halinde dizilmiş mor, sarı menekşelerle örülü bir bordür. 

Gözüm az önce bahsettiğim köşeden geçen diğer insanlara kayıyor arada bir. Onların da aynı yerden geçerken benim gibi mutlu olacakları hissine kapılıyorum. 

Üşüdüm. İyi ki büfeden sıcak bir çay almışım. Soğutmadan içmeli şimdi... 

Uzun süre beklediği belli. Acı, buruk bir tadı var. Bayağı soğumuş. 

Uzaklardan, Sultanahmet Camii taraflarından bağıran çocuk sesleri geliyor. Biri “Orhun, Orhun,” diyor “u”ları uzatarak. Diğeri “anne, anne” diye bağırıyor. Bir yetişkin cevap veriyor onlara. Bir erkek sesi, ama ne dediğini anlayamıyorum…

Sesler bir anda arttı. Zaman zaman birbirine karışıyorlar: 

Arkamdan geçen iki hanımın topuk sesleri, yaşlı bir amcanın derin derin öksürüğü, yorgun tramvay, hızla uzaklaşan bir motosiklet, değişik tonlarda kornalar, bir piyasa taksisinden yükselen bir şarkı, Sezen Aksu söylüyor: 

“Haydi gel benimle ol. Oturup yıldızlardan bakalım dünyadaki resmimize.” ... 

Gözüm yıldızları arıyor bir an. Ama ne gezer? Tek bir yıldız bile görünmüyor şehrin ışıklarıyla kirlenen pembe-siyah gökyüzünde. Yıldızlara bakıp hayal kurmak ne mümkün!..

Rüzgâr daha sert esmeye başladı. Plastik çay bardağımın kenarından sarkan çay etiketi rüzgârla dans ediyor. Uzaklardan yankılanarak gelen bir köpek havlamasıyla irkiliyorum. Sonra geveze Amerikalı kadınların sohbetlerine kulak misafiri oluyorum istemeden. Sözlerin bir kısmı gene kayboluyor. 

Nihayet bana doğru gelen birileri var: Önümden geçen iki delikanlı. İkisinin de elleri ceplerinde. Biri daha önce hiç duymadığım arabesk bir ezgiyi mırıldanıyor. 

Önümden geçenler garip bir şekilde artmaya başladı: İngiliz bir çift, yalnız bir genç, gövdesi alacalı, kuyruğu siyah, minik bir kedicik... Konuşmalarından Hollandalı olduklarını anladığım bir grup bana doğru geliyor. Tam yanımda durdular. Belki on beş, belki yirmi kişiler. Saymadım. Başlarında Türk olduğunu tahmin ettiğim, kaşı gözü bana benzeyen bir adam. Uzun uzun bir şeyler anlatıyor. Anlamak mümkün değil. Bir şey söyledi, herkes güldü. Ben de gülümsedim elimde olmadan. Birkaç dakika sonra da değişik parfüm kokularını savurarak yanımdan geçip gittiler. 

Şimdi yeni evli oldukları anlaşılan bir çift az ötemde fotoğraf çekiyor. 

Yazarken gözüm bir an eğik bir şekilde önümde uzanan gölgeme, daha doğrusu farklı sokak lambalarının ışıklarıyla oluşan gölgelerime düşüyor. Boyumdan da uzun gölgem. Upuzun bir karaltı. Elimden başka her şey heykel katılığında, cansız. Kapkara bir gölge, geceyle bir sanki, yok…

Evet, gecenin neredeyse on ikisinde, İstanbul’un en tarihi meydanının tam göbeğinde eski bir hayalin peşinde, yazıyorum. Zihnim bu anın da fotoğrafını çekiyor birden. Sultanahmet Parkı’nın tam ortasında, bir sokak lambasının altında ayakta dikilen, siyah deri ceketli bir karaltı... Elinde tuttuğu küçük deftere bir şeyler yazıyor. Üşüdüğü her halinden belli... Sürekli bir yere baktığına göre birini arıyor gözleri. Yüzünde tebessüm…

Halil Tekiner
25 Nisan 2008, İstanbul

18 Şubat 2008 Pazartesi

Kuşlar Âlemi Bir Âlem

Koskoca şehirde serçelerin de bizimle birlikte yaşadığını nadiren hatırlarım: Yazın henüz temizlettiğim, pırıl pırıl parlayan siyah arabamın üzerini nazik diyemeyeceğim bir şekilde kirlettiklerinde, öfkelenerek. Kışınsa yiyecek bir şey bulamayıp oradan oraya çırpınıp durduklarında, acıyarak. Bu mahlûkatın özellikle de kış aylarında, ufacık bir ekmek kırıntısı bulabilmek için çalışan halleri beni hep işimden alıkoyar. Hayvan tabiatıyla insan tabiatının ne derece örtüştüğünü bulmak arzusuyla, bu avuç içi kadar kuşları merakla karışık bir hayretle, belgesel tadında bir macera izliyormuş gibi seyre koyulurum. Onlar arasında da iyisi-kötüsü, açgözlüsü-tokgözlüsü, hırsızı, hırsızı kovalayanı bulunur desem inanır mısınız?

İster inanın, ister inanmayın ama bu kuş milleti de bir âlem: Kimi koskoca bir ekmek parçasını gagasıyla tuttuğu gibi diğerlerinin önünden kaçırıp uçar, bir başka köşede kendine ziyafet çeker, sonra gerinip keyiflenir, gerdan kıran kadınlar gibi başını bir o yana bir bu yana sallar, gururlanır... Kimi kendi işini bırakıp aç kalmak pahasına ekmeği kaçıranın peşine düşer, hafiyecilik oynar, çoğu zaman da eli boş, kös kös geri döner. Kimi yerdeki kırıntıları iştahla gagalayan türdeşlerine bakıp sıra bana ne zaman gelecek diye bekler durur, kanadını çırpar, etrafında döner, çabalar da çabalar ama ne çare ki yine de aç kalır... Kiminin başkasının yediğine gözü düşer, ne kendi yer, ne de ona yedirir. Kimi de dünyadan bîhaber, bir o yana bir bu yana uçuşur, diğerlerini anlamaya çalışır ki böylelerinin aç mı tok mu olduğunu anlamak çoğu zaman mümkün olmaz. Bununla kalsa iyi. Ya yedikten sonrası?

Anladığım kadarıyla kuşlar âleminin birinci ve en temel kuralı şudur ki karnı doyan kuş asli vazifesini yerine getirmiş sayılır. Onun için sıra artık keyfe keder işlere gelmiştir. Uçar mı, konar mı, yok müsait bulduğu bir yere uygunsuz bir şey yapar mı, orasını kendi bilir. Eh, ne yapsa hakkıdır şimdi, değil mi? Kiminin özgürlük damarı tutar, “Karnım doydu, Abbas yolcu,” deyip yeni bir maceraya uçar gider. Kimi tam “Doydum, bana müsaade” diyecekken dayanamaz, geride bıraktığı kırıntılara gözü düşer. Bir o tarafa, bir bu tarafa uçar, sonra da sanki uzaktan gelmiş gibi yapıp karnını doyurmakta olan diğerlerinin arasına yeniden karışıverir. Üstelik biraz önce yiyen kendisi değilmiş gibi daha çok iştahla yer bu sefer. En nihayetinde karnını doyuranlar da “Çok yedik, çok yorulduk, şimdi dinlenmek zamanıdır,” diyerek hemen yakında buldukları bir korkuluk zinciri ya da elektrik telinin üzerine tespih tanesi gibi dizilirler. Sanki az önce açlıktan ne yapacağını şaşırıp çırpınan kendileri değilmiş gibi hala bir şeyler bulmaya çalışan sözde meslektaşlarına yüksekten bakar, şen şakrak ötüşürler.

Ancak bu keyif de bir ömür boyu sürecek değil ya... Elbet üzerlerine doğru yürüyen biri, kuşlara sevgisini korkutarak gösteren bir insan evladı veya yaklaşan bir araba, onların da diğerlerinden bir farkı olmadığını hatırlatmak vazifesini mutlaka yerine getirir. Böyle anlarda kuş milletini aç-tok ayırmaksızın bir telaş sarar ki sormayın. Nereye gideceklerini şaşırır, can havliyle çırpınır durur zavallılar. Nasıl olduğuna akıl sır ermez ama bir saniyeden daha az bir zaman içinde hepsi bir başka tarafa kaçışır. Rüzgârın hikmetinden midir, yoksa bunların arasında da zora gelince birlik olma içgüdüsü mü var bilmem; az önce doğuya, batıya, güneye, her nereye uçtularsa uçan bu kuşlar bir anda söz birliği etmişçesine aynı tarafa meylederler.

Peki, bunca zorluktan, ortak düşmana karşı galip geldikten sonra ne yapsalar beğenirsiniz? Üçer beşer kendilerine bir yer bulup birbirlerine dostluk mavalı okumaya başlarlar hemen. Ta ki acıkıp da karınlarını doyurmak için aynı oyuna yeniden başlayıncaya dek. Dedim ya, kuşlar âlemi bir âlem. Yiyenler, yiyenin peşinden gidenler, yiyemeyenler, sırasını bekleyenler, kendi hakkını yiyip de başkasınınkine gözü düşenler, tespih gibi dizilip boncuk gibi dağılanlar. Oyun ki ne oyun: İki perde üç buçuk sahne komedi.

İşte, bir Şubat sabahı, çalışma masamdan izlediğim bu küçük oyun bundan ibaret. Ekmek kırıntıları bitmiş olacak ki bahçede bir serçe bile kalmadı. Ekmek kalmayınca kavga da bitiyor, öyle ya. Yalnız deminden beri penceremin önünde, onu seveyim diye türlü şaklabanlıklar yapan şu alımlı serçeye ne demeli? “Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu” şarkısının kahramanı olsa olsa bu kuştur. Her halinden belli ki bu da aç. Üstelik pek de garip. İçeri gir diyeceğim ama serçeyle konuşulduğu görülmüş şey değil. Maazallah deli derler de akıllılarla(!) anlaşmam güç olur sonra. Eh, ne yapalım, aç mı kalsın serçecik? Gittim mutfaktan birkaç parça ekmek aldım. Onu ürkütmeden pencerenin önüne ufaladım. Sonra da geriye çekilip sessizce izlemeye koyuldum.

Pencereme konduğundan da belli, bu kuşta bir acayiplik var. Dönüp de bakmıyor elcağızımla ufaladığım ekmeğe ukala... Anca süzülse, bir oraya bir buraya baygın baygın baksa, kendini sevdirse bana. Çöpten bacaklarıyla bale yapar gibi minik minik sıçrayarak bir o tarafa gidiyor, etrafına bakınıp bir iki gaga vuruşunun ardından, hop, hadi şimdi öbür tarafa. Arada bir de “cik ciğk, cik cik de cik ciğk” diye ötmez mi, vallahi delireceğim. Hayret, böylesini de hiç görmemiştim. Belli ki bu da serçeler âleminin sanatçısı. Kim bilir belki de primadonnası. Güzel primadonnamız ötüşedursun bir başka serçe gelip ekmek ufaklarını yemez mi? İri yarı, çirkin de bir şey üstelik. Bizimki bir korktu, sormayın. “Cik” dediğiyle uçup gitmesi bir oldu. Zavallı-cık... Benden başka ne bir dinleyeni oldu, ne de karnı doydu.

Bu kuşlar hakikaten bir âlem canım. Anlaşılır şey değiller.

Yok efendim, yok. İnsanların birbirine “kuş beyinli” dediğine siz bakmayın. İnsanda kuş beyni ne gezer? “İnsanoğlu kuş misali” lafı da laf hani. Olur mu öyle şey? Bula bula kuşu mu buldunuz misal verecek? Hem ne münasebet! Ben kim, avuç içi kadar kuş kim yahu? Kim uydurmuşsa bizim kuşlara benzediğimizi alçakgönüllülük etmiş. Öyle değil mi efendim?

Yoksa kuşlar âlemiyle bizim âlemi siz de mi benzettiniz? İlahi siz de...

Halil Tekiner,
18 Şubat 2008, Kayseri