9 Aralık 2010 Perşembe

Малка Мома / Küçük Kız

Bulgar halk müziğini güzel yapan sadece özgün melodi ve ritimleri değil, kendi kimliğini belli eden çoksesliliği. Birkaçı dışında sözlerini bilmediğim bu müzikler ekseriya içli ve de kırılgan. Ama alabildiğine anaç, alabildiğine çam ormanı kokulu oluyor güzel gözlü, güzel yüzlü Bulgar kadınlarının trilli seslerinde, alabildiğine huzur dolu... 

Halil, 9 Aralık 2010

2 Ekim 2010 Cumartesi

Montmartre Mezarlığı

taştan bir köpek heykeli
mezarı başında bekliyordu sahibini
kırmızı gül yaprakları serpilmiş etrafına
yaklaştım birkaç adım
olmadı 
ne Offenbach'a geldi sıra
ne de duydum Berlioz'un koparışını
ağır ağır yürüttüğü
bir idam mahkumunun başını
uzaktan selamladım
Nadia Boulanger'yi - yabancı değil -
gümüş renkliydi gök, soğuktu hava
çalıyordu Kosma'nın Kayıp Aşklar'ı
kaçırdım gözlerimi bir başka yana

Halil Tekiner
Paris, 2 Ekim 2010

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Sevdiklerim için Bir Doğum Günü Dileği

"Doğum günün kutlu olsun, nice mutlu yıllara, her şey gönlünce olsun," demek dostlarımızın doğum günlerinde bile işin kolayına kaçışımızı, yeni şeyler düşünmek, yeni sözler söylemekteki çaresizliğimizi ne de güzel kanıtlıyor. Kendimizce nazik bulduğumuz bu birkaç saniyelik "madem arkadaşız, bak seni düşündüm, işte doğum gününü kutluyorum," yollu sözler hangimize yabancı? Yeryüzünde zaten yeterince sıkıcı bir insan güruhu olduğumuz yetmiyormuş gibi, sözlerimizle de koca bir laf kalabalığı üretmekten geri durmuyor, eşref-i mahlûkattan olduğumuz hülyasıyla böbürlenip duruyoruz. Ne büyük iş…

İyi bir dilek nasıl olur, hep düşünmüşümdür. Vardığım kanı bunun az çok dua mahiyetinde olacağı. Hem dua da yaratana hitaben söylenmiş bir dilek değil mi? Kendi bilgilerimiz, tecrübemiz ve iyi-kötü algılarımıza göre kendi kelime dağarcığımızla oluşturduğumuz dilekler… Dilimiz ne denli dönebiliyor, istediklerimiz ne ölçüde dile gelebiliyorsa o kadar işte! Yine de içten...

Bana öyle geliyor ki duada bile bir nitelik, üslûp, bir olumlayıcılık, bir yüreklendiricilik, bir ufuk açıcılık olmalı. “Bindiğin uçak düşmesin, düşerse sağ-salim kurtulasın, kötülere eş olup anandan emdiğin süt burnundan fitil fitil gelmesin, hasta olup sürüm sürüm sürünmeyesin,” demek de mümkün; “sağ-salim gidip gelesin, iyilere eş olup mutlu bir yuva kurasın, sağlıklı bir yaşam süresin,” de. Her ikisi de iyilik temenni etmiyor mu? Eh… Akla gelmeyen ama başa gelebilecek türlü olumsuzlukları hatırlattıktan sonra bu olumsuzluklardan kurtulmayı dilemek, ya da ağızlara sakız olmuş kalıpları “nev-icâd”mış gibi tekrar etmek ne ölçüde iyilikse o kadar...

Başkaları için dilediklerimiz de az-çok böyle. Kişioğlunun elinde olmayan iyilikler:

Sağlık ve mutluluk seni bulsun; sen onları değil…

Hayır! Dostlarımın sağlığının ve mutluluğunun bulutların ardından ansızın görünüveren v şeklindeki tesadüf kuşlarına bağlı olmasına razı olmuyor gönlüm… Kandırırcasına, edilgin bir bekleyişe itmek istemiyorum onları kuru sözlerimle. Birkaç saniyeye sıkıştırmayacak kadar önemsiyorum eğer benden ille de bir doğum günü dileği bekliyorlarsa. Razıysalar üstelik sözlerimin “bencilce” olmayan “bence”sini duymaya. Benim kendim için dileğim, onlar için de geçerliyse madem, kendime söylediklerime onlar da kulak verecektir mutlaka.

İşte benim dileğim:

Çalışayım; var gücümle, yorgunluktan bitap düşünceye kadar çalışayım. Yaptığım işin en iyisini, en doğrusunu yapmak için didineyim, gecemi gündüzüme katayım hakikati bulmak için. Deli de deseler, veli de, azimle, ısrarla ve aşkla çalışayım. Ve çalışıp ürettikçe anlamlandırdığımı hayatımı, üstelik bunu da benim yaptığımı bileyim. Bildikçe, ne çok şeyi bilmediğimi, bildiklerimin okyanusta bir damla dahi olmadığını anlayayım. Ve anladıkça seveyim, önce kendimi ve kendim olmayı, sonra denizi, yeri, göğü, onların içinde ve üstündeki her şeyi. Beni sevdikleri ya da işime yaradıkları için değil, ben olmasam da sevilmeye değer oldukları için seveyim. Ve sevdikçe, bilgece kanaat edeyim sahip olduklarımla. Kıymetini bileyim zamanın ve de canımın. Böylece hür olayım ve hür düşüneyim. Ve kendi kaderimi kendim çizebileyim.Ve…

Çalışayım!

Halil Tekiner
Kayseri, 2 Ağustos 2010

8 Haziran 2010 Salı

Adile Teyze'nin Kuzucukları

Ne zaman adını duysam ya da bir yerlerde eski bir fotoğrafını görsem huzurla, sevgiyle, sevinçle dolar içim… Gülüşüyle kahkahalara, hüznüyle gözyaşlarına boğulurum eski filmlerini izlerken. Özlerim. 

Üstten topuz yaptığı kızıl-kahverengi saçlarıyla daha da yuvarlak görünen yüzü, fırıl fırıl dönen gözleri, kalemle çizilmiş gibi incecik kaşları ve biraz büyükçe burnuyla bu kısa boylu, şişman teyze dönemin tek kanalı olan TRT’de “Uykudan Önce” programında anlattığı masallarla bizleri adeta büyülerdi. İçten bir heyecan ve sıcacık bir ses tonuyla bizlere “kuzucuklarım, canlarım beniiim” deyip “yanaklarımızdan öpen” bu dünya tatlısı teyze nasıl sevilmez? Hele tavukları çok seven kadın rolünde – sanırım Gulyabani filmindeydi – tavuk gıdaklamasına benzeyen “Elmasım gittiiiii, gitti, gitti, gitti, gittiiiii; üüüüü, üü, üü, üü, üüüüü” deyişi hiç kulağımdan gitmiyor.

Adile Teyze’nin öldüğü günü hayal meyal hatırlıyorum. Aklımda kalan sadece bir an: Anneannemin Yaprak Apartmanı’ndaki evindeyiz. Annemler mutfakta bense rahmetli Halil Dedemin duvardaki siyah beyaz fotoğrafından beni seyrettiği loş ışıklı misafir odasında tek başıma kahverengi kadife kaplı koltukların arasında volta atıyor ve Adile Teyze’ye ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Üzüntüden ziyade tuhaf bir şaşkınlık hissettiğim. O zaman bana çok garip gelmişti ölüm. Hoş, şimdi de garip geliyor ama artık tanıdık bir gariplik. Araştırdım: Öldüğü günün tarihi 11 Aralık 1987. Demek ki dört yaşındaymışım.

Büyüdükçe daha çok şey öğrendim onun hakkında. Babası meşhur tiyatrocu, “komik-i şehr” yani ünlü komik Naşid’i küçük yaşta kaybettiği ve ardından çok büyük maddi sıkıntılar çektiğini; gençliğinde çarpık bacaklı ve kısa boylu diye aşağılanarak sahneye çıkartılmadığını; biricik oğlu Ahmet’i kalp yetmezliğinden kaybettiğini ancak buna rağmen ertesi gün sahneye çıktığını; film ve televizyon programlarından kazandığı parayla biraz olsun rahatladığı, tanınıp sevildiği son döneminde ise kanserle savaştığını öğrendim. Ona olan sevgim daha da çoğaldı.

Aradan geçen onca yıla rağmen Türk tiyatro ve sinemasına bir Adile Naşit daha gelmedi. 

Hababam Sınıfı’nda öğrenci dostu Hafize Ana, Tosun Paşa’da kurnada elinde tefle göbek atıp şarkı söyleyen Adile Hanım, Neşeli Günler’de kocasıyla didişen Saadet Hanım'ın hatırası zihnimde hala taptaze. 

Nurlar içinde yat Adile Teyze. Kuzucukların artık büyüdü. 

Halil Tekiner
7 Haziran 2010, Kayseri

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Şiirden de fal bakılır mıymış?

Eskilerin tuhaf adetlerinden biri de şiir kitaplarından fal açmakmış, geçenlerde öğrendim.

Kafan mı karıştı, danışacak kimsen mi yok, al eline okkalı şairlerden birinin kitabını, artık Mevlana’nın Mesnevi’si mi olur, Hafız’ın Divanı mı bilemem, tesadüfen açtığın bir şiiri niyetine göre yorumla. Hoş bir eğlenceye benziyor. Biraz şiir, biraz merakla hülyalar arasında vakit geçecek, fena mı? Ama inanır mısın diye sorsanız: Cık. Sahi kim inanır şiirden fal bakıldığına?

Hayır diyorum ama, içten içe merak etmekten de alıkoyamadım kendimi. Ya doğruysa? Sonunda merakıma yenik düştüm; hemen arkamdaki dolapta duran Akif’in meşhur Safahat’ını kaptığım gibi şöyle rastgele bir sayfayı açıp işaret parmağımı herhangi bir satırın üzerine konduruverdim. Ne çıksa beğenirsiniz:

"Fena değil yolun amma epeyce sarp olacak!" (4. Kitap, Fatih Kürsüsü'nde).

Şimdi beni aldı mı bir telaş... Yol doğruymuş doğru olmasına amma yürümesi zormuş.

Ne yapalım, yolumdan dönecek değilim ya, düşer kalkar giderim...


Yine de içimden bir ses: Sen bir de Hayyam’a müracaat et, bakarsın şöyle aşklı-şaraplı bir şey denk gelir de rahata erersin.


İçimdeki bu sesi sükuta davet ediyorum.


Halil Tekiner
31 Mayıs 2010, Kayseri

Hiç

Ben tasavvuftan anlamam, hoş, çok da merak etmiyorum. Ama çalışma odamın duvarındaki “HİÇ” yazılı hattı görenlerden hep duymuşumdur “Tasavvufa ilginiz nasıl başladı?” sorusunu. İşin yoksa anlat dur… Konuşmaktan zevk aldığım, kültüre meraklı biriyse bu sorunun sahibi, söze “Hiçlikte var olmak lazım,” diye başlar, araya birkaç kısa hikâye sıkıştırarak fırsat bu fırsat kendi hayat görüşümü anlatırım. Yok eğer, ticarete meraklıysa boşa uğraşmam; “Efendim, adı üstünde işte, hiç. Yalnız böyle hatların koleksiyon değeri yüksek, satarken epey kazandırıyormuş,” der, dinleyenin ağzına bir parmak bal sürerek işi geçiştiririm. Böylelerine hat sanatını sevdirdiğim için kendi payıma mutluluk duymuyor da değilim hani.

Ne yalan söylemeli, bahsettiğim bu “HİÇ” yazısını duvardan indirmeyi birkaç kez düşündüm. Çünkü beni çalışmaya, okumaya, uğraşmaya sevk etmek şöyle dursun, var olan heyecanımı büsbütün azalttığını, benimle adeta alay ettiğini düşünüyorum: Ne kadar çalışırsan çalış hepsi boşuna, sonunda olacağın koskoca bir HİÇ! Oysa ben bizi ilerletecek, derinleştirecek, çoğaltacak ve belki de böylece toplumu şahlandıracak fikirlerin peşindeyim. İspanyolların “plus ultra”sı gibi, ya da ne bileyim “together we aspire, together we achieve” gibi kuvvetli, dinamik, gelişimci, girişimci, tekâmüle açık bir düşünce. İleri, daha ileri, çok daha ileri… Biliyorum bunun da ne denli zor olduğunu ama üzerimizdeki ölü toprağını ancak bu sayede kaldırabilecekmişiz gibi geliyor bana… Buna rağmen indirmedim yazıyı. İki nedenden ötürü elim varmadı bunu yapmaya: İlki; bu yazıyı Osman Amca’nın öldüğü 3 Ağustos günü anlık bir öfkeyle İstanbul’daki bir hattata özel olarak yazdırmam, ikincisi ise yeryüzü üzerinde “hiç”liğe yakın bir noktada var olduğumun – her şeye rağmen ve üzülerek – farkında oluşum.
Osman Amca’nın öldüğü haberini aldığımda İstiklal Caddesi’nde bir arkadaşımla birlikte yürüyorduk. Öğle saatleriydi, telefonum çaldı. Arayanın kim olduğunu çıkartamadım ilkin çünkü telefondaki ses ya ağlıyor, ya da heyecandan kelimeleri seçmekte güçlük çekiyordu. Zaten fazla da uzun sürmedi konuşması, topu topu dokuz kelime: “Genç dostum, Osman Amca’yı kaybettik, ben şimdi cenazesine gidiyorum.”

O an öylece kalakaldım…

Gözlerime bir türlü cesaret bulup da akamayan koca koca yaşlar birikiyor, beynim aklımdan geçen binlerce anıdan başka bir şey düşünemezken cenazeye katılıp hiç değilse son görevimi yapamayacağım için... Evet, özellikle de bunun için kendimi suçlu görüyordum. Arkadaşımın sesini duyunca fark ettim nerede olduğumuzu. Korka korka sordu: “Ne oldu? Fena görünüyorsun." Üzülsün istemezdim ama doğruyu söylemekten başka çarem yoktu: “En yakın arkadaşım ve akıl hocamı kaybettim.”

Vefat ettiğinde 85 yaşlarındaydı Osman Amca. Eh, pek de genç sayılmazmış diyeceksiniz. Oysa tam tersine bizden de gençti. Bir kere her gün en aşağı dört saat okurdu. Her görüşten siyasi gazete ve dergiler, onlar bitince kütüphanesindeki Almanca, İngilizce kitaplar, artık ne bulursa. Bana da okumam için bazı kitaplar verirdi arada ama eski kitaplar tabi, çoğu 1940 ya da 50’li yıllara ait. Zaman zaman da ben ona ilgi alanları olan arkeoloji ve sanat tarihi konularında yeni çıkan kitapları hediye ederdim. Açıkçası 1950’li yılların Türkiye’sinde İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirip mühendis olmuş, sonra uzun yıllar Kanada’da mühendislik yapmış birisinin mesleğinin dışında bu denli zengin ilgi alanlarına sahip oluşuna başlangıçta epey şaşırmış, sonraları ise çok gıpta etmiştim. Hele Kanada’dan sonra Almanya’ya yerleşip uzun yıllar arkeoloji eğitimi aldığı ve burada eski Yunanca ve Latince öğrendiğini duyunca şaşkınlığım ikiye katlanmıştı.

Osman Amca’nın okumanın dışındaki en büyük tutkusu doğa, özellikle de çiçek ve kuşlardı. Hele kuşlara olan tutkusunu anlatamam. Bahçesindeki asırlık ağaçların arasında kaybolan onlarca çeşit kuşu nasılsa tanır, göç yollarını, göç tarihlerini bizlere uzun uzun anlatır; hatta bazen onların ötüşünü taklit ederdi. Bir keresinde bu ötüşe bir kuşun aynı şekilde öterek karşılık verdiğini duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Herhalde “kuş dili” böyle bir şeydi.

3 Ağustos günü de her zamanki gibi bahçesinde çalışmış olmalı – sabah güneş doğmadan kalkıp bahçedeki çiçeklerle, meyvelerle uğraşırdı – ama kalbi sıkıştırınca belli ki zor atabilmiş kendini eve. Anlattıklarına göre sabah eve gelen yardımcıları hemen kapının girişinde boylu boyunca yatarken bulmuş cansız bedenini. Üzüldüm. Belki son bir söz söyleyecek ya da bir bardak su isteyecekti ölmeden önce. Yalnızdı Osman Amca, evet, ama ölürken de yalnız olmasını kabul etmekte zorlanıyor insan.

Bahçesindeki ulu ağaçların gölgesinde – misafirlerine hep buradaki yeşil boyalı ahşap masada çay ya da ev yapımı dut likörü ikram ederdi – yaprakların rüzgârla alabildiğine hışırdadığı bir günde konuşmuştuk ölümden. Gözlerimin içine baktı ve gülümsedi. Kısa bir sessizliğin ardından “Ben ölünce kuş olacağım,” dedi.

Dilerim öyle olmuş olsun…

“Hiç” olmasın yeter ki… Onlar yazıda kalsın.

Halil Tekiner
31 Mayıs 2010, Kayseri

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Hayatın yapı taşları hücreden de çok, kelimelermiş meğer


Hayatın yapı taşları hücreden de çok, kelimelermiş meğer, bunu şimdilerde daha iyi anlıyorum. Witgenstein'ın Tractatus'unda da az çok buna benzer bir ifade vardı fakat tam olarak ne demek istediğini üzerinde bizzat kafa yorup, kendi değerlendirme ve örneklerimin ardından anlama isteğim ikna olmamı da bir nebze geciktirdi.

Türk Dil Kurumu Sözlüğü'ndeki söz varlığı sayısı bugün itibariyle 616,767; tdk.gov.tr adresinde böyle yazıyor. Hiç fena değil. Aralarında onlarca dilden Türkçe'ye karışmış sözcükler de var mutlaka. Zaten benim burada merak ettiğim, sözlükteki Türkçe kelimelerden öte, öyle ya da böyle, Arapça, Farsça, Fransızca ya da başka bir dilden dilimize girmiş kelimelerin de düşünsel dağarcığımıza zenginlik getirip getirmediği.Çünkü başta da söylediğim gibi "hayatın yapı taşları hücreden de çok, kelimelermiş meğer". Bence mesele her şeyden önce kelimenin içerdiği anlamın zihnimize kazandırdığı o kavramın "düşünülebilir olma" yetisi. Bu gerçekten de önemli.

Bazı yabancı kelimeler, özellikle de bilim adamlarının kendi dilinin imkanlarıyla ürettiği terimler var ki bir başka dilde yerine o kelimeden başkasını koymak neredeyse imkansız. Mesela Almanca "Gestalt" kelimesi. Türkçe sözlükteki tanımı şöyle: Psikolojik olayların bir bütün veya biçim olduğunu savunan görüş. Bu dokuz kelimelik açıklamayla zaman kaybetmek yerine tek kelimeyle "gestalt" demek bence zamandan tasarruf, özellikle de aynı kelime konuşma ya da yazıda defalarca kullanılacaksa, evet, bu haklı görülebilir, hatta haklıdır da.

İstense daha ne örnekler bulunur. Benim aklıma gelen birkaç tanesi daha: "Mani" yani kişinin sevinç, güven ve her türlü etkinliğinin normal olmayan bir biçimde arttığı ruh hastalığı; "hidrostatik" yani sıvıların dengesini ve kaplar üzerine yaptıkları basıncı inceleyen fizik dalı ya da komşu bir kelime "mekanik" yani kuvvetlerin maddeler ve hareketler üzerine etkisini inceleyen fizik dalı. Tüm bu terimler, sevelim ya da sevmeyelim, sahip oldukları "kavramsal ifade kabiliyetleri" nedeniyle bir dil için, daha doğrusu o dile hayat veren insanların zihninde vazgeçilemeyecek bir zenginlik.

Başka bir dilden almak yerine yeni bir kelime üretmek, hiç mi yapılamaz? Yapılır elbette, ama dili gündelik ihtiyaçlarını karşılamak için üstünkörü kullanan kimseler değil; ya mevcut kavramların çok ötesinde başka kavramlar geliştirecek halis bilim adamları ya da anlam fukarası olmayan düşünceleri ifade eden, kalemi kuvvetli, kendi dilini çocuğu gibi sevip kollayan yazarlar yaparlar bunu. Bilmem son zamanlarda bu iki gruptan da kalan var mı. Varsa ne ala... (8 Mayıs 2010)