31 Mayıs 2010 Pazartesi

Hiç

Ben tasavvuftan anlamam, hoş, çok da merak etmiyorum. Ama çalışma odamın duvarındaki “HİÇ” yazılı hattı görenlerden hep duymuşumdur “Tasavvufa ilginiz nasıl başladı?” sorusunu. İşin yoksa anlat dur… Konuşmaktan zevk aldığım, kültüre meraklı biriyse bu sorunun sahibi, söze “Hiçlikte var olmak lazım,” diye başlar, araya birkaç kısa hikâye sıkıştırarak fırsat bu fırsat kendi hayat görüşümü anlatırım. Yok eğer, ticarete meraklıysa boşa uğraşmam; “Efendim, adı üstünde işte, hiç. Yalnız böyle hatların koleksiyon değeri yüksek, satarken epey kazandırıyormuş,” der, dinleyenin ağzına bir parmak bal sürerek işi geçiştiririm. Böylelerine hat sanatını sevdirdiğim için kendi payıma mutluluk duymuyor da değilim hani.

Ne yalan söylemeli, bahsettiğim bu “HİÇ” yazısını duvardan indirmeyi birkaç kez düşündüm. Çünkü beni çalışmaya, okumaya, uğraşmaya sevk etmek şöyle dursun, var olan heyecanımı büsbütün azalttığını, benimle adeta alay ettiğini düşünüyorum: Ne kadar çalışırsan çalış hepsi boşuna, sonunda olacağın koskoca bir HİÇ! Oysa ben bizi ilerletecek, derinleştirecek, çoğaltacak ve belki de böylece toplumu şahlandıracak fikirlerin peşindeyim. İspanyolların “plus ultra”sı gibi, ya da ne bileyim “together we aspire, together we achieve” gibi kuvvetli, dinamik, gelişimci, girişimci, tekâmüle açık bir düşünce. İleri, daha ileri, çok daha ileri… Biliyorum bunun da ne denli zor olduğunu ama üzerimizdeki ölü toprağını ancak bu sayede kaldırabilecekmişiz gibi geliyor bana… Buna rağmen indirmedim yazıyı. İki nedenden ötürü elim varmadı bunu yapmaya: İlki; bu yazıyı Osman Amca’nın öldüğü 3 Ağustos günü anlık bir öfkeyle İstanbul’daki bir hattata özel olarak yazdırmam, ikincisi ise yeryüzü üzerinde “hiç”liğe yakın bir noktada var olduğumun – her şeye rağmen ve üzülerek – farkında oluşum.
Osman Amca’nın öldüğü haberini aldığımda İstiklal Caddesi’nde bir arkadaşımla birlikte yürüyorduk. Öğle saatleriydi, telefonum çaldı. Arayanın kim olduğunu çıkartamadım ilkin çünkü telefondaki ses ya ağlıyor, ya da heyecandan kelimeleri seçmekte güçlük çekiyordu. Zaten fazla da uzun sürmedi konuşması, topu topu dokuz kelime: “Genç dostum, Osman Amca’yı kaybettik, ben şimdi cenazesine gidiyorum.”

O an öylece kalakaldım…

Gözlerime bir türlü cesaret bulup da akamayan koca koca yaşlar birikiyor, beynim aklımdan geçen binlerce anıdan başka bir şey düşünemezken cenazeye katılıp hiç değilse son görevimi yapamayacağım için... Evet, özellikle de bunun için kendimi suçlu görüyordum. Arkadaşımın sesini duyunca fark ettim nerede olduğumuzu. Korka korka sordu: “Ne oldu? Fena görünüyorsun." Üzülsün istemezdim ama doğruyu söylemekten başka çarem yoktu: “En yakın arkadaşım ve akıl hocamı kaybettim.”

Vefat ettiğinde 85 yaşlarındaydı Osman Amca. Eh, pek de genç sayılmazmış diyeceksiniz. Oysa tam tersine bizden de gençti. Bir kere her gün en aşağı dört saat okurdu. Her görüşten siyasi gazete ve dergiler, onlar bitince kütüphanesindeki Almanca, İngilizce kitaplar, artık ne bulursa. Bana da okumam için bazı kitaplar verirdi arada ama eski kitaplar tabi, çoğu 1940 ya da 50’li yıllara ait. Zaman zaman da ben ona ilgi alanları olan arkeoloji ve sanat tarihi konularında yeni çıkan kitapları hediye ederdim. Açıkçası 1950’li yılların Türkiye’sinde İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirip mühendis olmuş, sonra uzun yıllar Kanada’da mühendislik yapmış birisinin mesleğinin dışında bu denli zengin ilgi alanlarına sahip oluşuna başlangıçta epey şaşırmış, sonraları ise çok gıpta etmiştim. Hele Kanada’dan sonra Almanya’ya yerleşip uzun yıllar arkeoloji eğitimi aldığı ve burada eski Yunanca ve Latince öğrendiğini duyunca şaşkınlığım ikiye katlanmıştı.

Osman Amca’nın okumanın dışındaki en büyük tutkusu doğa, özellikle de çiçek ve kuşlardı. Hele kuşlara olan tutkusunu anlatamam. Bahçesindeki asırlık ağaçların arasında kaybolan onlarca çeşit kuşu nasılsa tanır, göç yollarını, göç tarihlerini bizlere uzun uzun anlatır; hatta bazen onların ötüşünü taklit ederdi. Bir keresinde bu ötüşe bir kuşun aynı şekilde öterek karşılık verdiğini duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Herhalde “kuş dili” böyle bir şeydi.

3 Ağustos günü de her zamanki gibi bahçesinde çalışmış olmalı – sabah güneş doğmadan kalkıp bahçedeki çiçeklerle, meyvelerle uğraşırdı – ama kalbi sıkıştırınca belli ki zor atabilmiş kendini eve. Anlattıklarına göre sabah eve gelen yardımcıları hemen kapının girişinde boylu boyunca yatarken bulmuş cansız bedenini. Üzüldüm. Belki son bir söz söyleyecek ya da bir bardak su isteyecekti ölmeden önce. Yalnızdı Osman Amca, evet, ama ölürken de yalnız olmasını kabul etmekte zorlanıyor insan.

Bahçesindeki ulu ağaçların gölgesinde – misafirlerine hep buradaki yeşil boyalı ahşap masada çay ya da ev yapımı dut likörü ikram ederdi – yaprakların rüzgârla alabildiğine hışırdadığı bir günde konuşmuştuk ölümden. Gözlerimin içine baktı ve gülümsedi. Kısa bir sessizliğin ardından “Ben ölünce kuş olacağım,” dedi.

Dilerim öyle olmuş olsun…

“Hiç” olmasın yeter ki… Onlar yazıda kalsın.

Halil Tekiner
31 Mayıs 2010, Kayseri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder